Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber hakkında “ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin” (el-Kalem 68/4) buyurulmakta ve bu yüce ahlaka eriştirilen sevgili Peygamberimiz yine Kur’an-ı Kerim’de bize “en güzel örnek” (elAhzab 33/21) olarak tanıtılmaktadır.

    Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber her hususta olduğu gibi ibadet hayatı hususunda da inananlar için en güzel örnektir.



    Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e hamd, tesbih, secde, ibadet, kulluk, ibadette sabır gibi hususlarda bazı emir ve yükümlülükler vermiş (bk. en-Nahl 16/98-99; Meryem 19/65; Hud 11/123; Taha 20/14), ayrıca bazı ibadetlere işaretle Resul-i Ekrem’den onları yerine getirmesini istemiştir. Mesela namazla ilgili talimat içeren ayet mealleri şöyledir:

    “Ey Muhammed! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaz kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor”” (el-Ankebut 29/45).

    “Ey Muhammed! Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki, Rabbinin rızasına eresin” (Taha 20/130).

    “Ehline namaz kılmasını emret, kendin de onda devamlı ol” (Taha 20/132).

    Kevser suresinde ise “Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (108/2) buyurularak namazla kurban bir arada zikredilmiştir.

    Şüphesiz ki bu ve benzeri ayetlerde Hz. Peygamber’in şahsında bütün müslümanlara yönelik bir kısım emir ve tavsiyeler bulunmaktadır. Nitekim diğer pek çok ayet-i kerimede de namaz, bütün müminleri kapsayacak tarzda bazan tek olarak, çoğu yerde de zekatla birlikte emredilmiştir (bk. elBakara 2/110, 183-184; en-Nisa 4/77; et-Tevbe 9/71; en-Nur 24/56).

    “Ey bürünüp sarınan (resulüm), kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı, kalbini tertemiz tut. Kötü şeyleri terke devam et” (elMüddessir 74/1-5) mealindeki ayetlerin nüzulünden sonra Hz. Peygamber, Cebrail’in tarifiyle abdest alıp namaz kılmış, daha sonra Hz. Hatice’ye de abdest aldırıp namaz kıldırmıştır. Bu dönemde namaz, sabahın erken ve akşamın geç vaktinde olmak üzere günde iki vakitte ikişer rek‘at olarak kılınırdı.

    İlk namazda Cebrail, sabahleyin Kabe civarında Hz. Peygamber’e imamlık yapmış, daha sonra namazlar Hz. Peygamber’in imametiyle devam etmiş, hemen ilk gün akşam vaktine cemaat olarak Hz. Hatice, ertesi gün Hz. Ali katılmıştır. Hz. Ali, akşamleyin amca oğlu Hz. Peygamber ile yengesi Hz. Hatice’yi namaz kılarken görmüş, davete uyarak ertesi gün o da büyük bir çocuk iken cemaate katılmıştı. Daha sonra Zeyd b. Harise ve Hz. Ebu Bekir bunlara eklenmiştir.

    Risaletin ilk döneminde aleni namaz kılınamıyordu; Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi de yanına alarak Mekke dışında dağ aralarında namaz kılıp dönüyordu. Diğer müslümanlar da öyle yapıyorlardı. Bir defasında Sa‘d b. Ebu Vakkas dağ arasında müşriklerin takibine, alay ve tazyikine maruz kalınca eline geçirdiği bir deve çene kemiği ile birinin başını yarmış ve “Allah yolunda ilk kan akıtan kişi” diye anılmıştı.

    “Ey Muhammed! Artık, sana buyurulanı açıkça ortaya koy, müşriklerden yüz çevir” (el-Hicr 15/94) mealideki ayet nazil olduktan sonra açık davet başlamış, böylece Kabe ve civarındaki yerlerde namaz da kılınır olmuştu. Ancak bu durum kıyasıya bir mücadeleyi gerektiriyordu. Mesela, bir defasında Hz. Ebu Bekir’in de ısrarıyla müslümanların Kabe önünde topluca namaz kılma gayreti müşriklerin hücumuyla önlenmek istendi. Bu olayda Hz. Ebu Bekir dahil bazı müslümanlar ölümden döndüler. Keza Hz. Ebu Bekir’in evinin avlusunda namaz kılıp, Kur’an okumasının engellenmesi de bu zamanlara rastlar. Peygamberliğin altıncı yılında önce Hz. Hamza, daha sonra Hz. Ömer’in müslüman olmasıyla Kabe’de iki saf olarak ilk defa açıkça ve topluca namaz kılındı.

    “Ey örtünüp bürünen (resulüm)! Birazı hariç geceleri kalk namaz kıl.” (el-Müzzemmil 73/1-4) ayetleri ile gece namazı farz kılındı. Bir süre sonra indirilen ayetle (el-Müzzemmil 73/20) sorumluluk hafifletilerek gece namazı ümmet-i Muhammed için nafileye dönüştürüldü. Zaten gelişmeyi takip eden yıl yani peygamberliğin on birinci yılında Mi‘rac gecesinde beş vakit namaz farz kılındı. Mi‘racı takip eden günlerde Cebrail gelip Hz. Peygamber’le birlikte beş vakit namazı bir gün ilk vakitlerinde, ikinci gün ise son vakitlerinde kılmış ve namaz vakitlerinin başlangıç ve sonunu açıklamıştır (Müslim, “Mesacid”, 176, 179).

    Ayrıca “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.” (el-İsra 17/79) ayeti ile Hz. Peygamber’den gece namazı kılması istenmiştir.

    Yakınları, Hz. Peygamber’in hayatı boyunca gece namazına devam ettiğini rivayet ederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı sahabilerin “Allah senin geçmiş ve gelecekteki günahlarını bağışladığı halde bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdiği rivayet edilir (Tirmizi, “Şemail”, 44; Müsned, IV, 251).

    Peygamberimiz gecenin başlangıcında yatsı namazını kılar yatardı. Üçte birlik süre içinde uyanır ve teheccüdü kılar, müteakiben vitir namazını kılar, sonra tekrar yatar ve sabah ezanında çabucak kalkar, abdest alır, sünnetini evinde kılar, farzı için camiye giderdi.

    Hz. Peygamber teheccüde ilk başlayanlara, bıkkınlık göstermemeleri için iki rek‘atla başlamalarını tavsiye ederdi. Kendisi 8 veya 12 rek‘at kılardı.

    Bir defasında Hz. Aişe: “Şayet geceleyin uyanamayıp da vitri geçirirseniz durum ne olur?” deyince Hz. Peygamber ona: “Benim gözlerim uyursa da kalbim uyumaz, zamanı gelince uyanır, önce teheccüdü sonra vitri kılarım” cevabını vermişti (Tirmizi, “Şemail”, 45).

    Hz. Peygamber teheccüdden sonra sabah yakın ise dinlenmek üzere, uzak ise uyumak üzere tekrar yatardı. Bunlardan da anlaşılıyor ki Hz. Peygamber’in teheccüd ve vitir için kalktığı saat bazan gecenin ilk üçte biri geçtikten sonraki zamandı, bazan gecenin ortası, bazan da sonuna doğru idi.

    Hz. Peygamber tarafından ilk cuma namazı Kuba’dan Medine’ye giderken Salim b. Avf oğulları yurdunda Ranuna vadisinde hicretin 1. yılında kılındı, ilk cuma hutbesi de orada irad edildi.

    Hz. Peygamber ramazan ayında iki gece evinden camiye çıkıp cemaate imam olarak teravih kıldırmış, ama üçüncü gün halk beklese de, teravihi cemaatle kılmak farz kılınır endişesiyle camiye çıkmamıştır. Ramazan gecelerinde 4+4+3 tarzında yatsıdan ayrı olarak on bir rek‘at namaz kıldığı rivayet edilir. Bunun son üç rek‘atı vitirdir.

    Hz. Peygamber ilk bayram namazını hicretin 2. yılı Şevvalin birinci gününde kılmış ve cemaate kıldırmıştır.

    Hz. Peygamber namaza çok düşkündü, onu dinin direği olarak nitelendiriyordu (Tirmizi, “İman”, 8; Müsned, V, 231, 233). Namaz onun gözünün nuru idi (Nesai, “İşretü’n-nisa”, 1; Müsned, III, 128, 199, 285). O, namaz kılarken sanki dünyaya veda eder, ahiret alemine dalardı (İbn Mace, “Zühd”, 15; Müsned, V, 412).

    Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in ahlakının Kur’an olduğunu ve Mü’minun suresinin ilk on ayetinde bu ahlakın sıralandığını belirtiyordu. O sureye bakıldığı zaman hemen ilk iki ayette kurtuluşa eren müminlerin, namazlarında huşu içinde oldukları (bk. el-Mü’minun 23/1-2) belirtiliyor. Hz. Peygamber Kur’an emrine uyarak namazlarını huşu üzere kılıyor, müslümanların da bu şekilde kılmalarını istiyordu. Esasen Hz. Peygamber kullukta ve ibadette ihsan esasından bahsediyordu. İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmekti (Buhari, “İman”, 37; Müslim, “İman”, 17; Tirmizi, “İman”, 4).

    Hz. Peygamber’in farz namazlara ilave olarak değişik zamanlarda nafile namazlar da kıldığı, bu namazların İslam alimlerince daha sonra, Hz. Peygamber’in devamlı kılıp kılmadığına veya tavsiye ederken kullandığı üsluba göre sünnet (müekked ve gayr-i müekked), müstehap ve adab gibi isimlerle anıldığı bilinmektedir. Bu nafileler gece içinde rek‘at sayısı pek belirgin olmayan teheccüd namazı, sabah namazında 2 rek‘at, güneş doğduktan bir süre sonra 2 rek‘at, kuşluk vakti 4 rek‘at, öğleden önce 4, sonra 2 rek‘at, ikindiden önce 4, akşamdan sonra 2, yatsıdan önce 4, sonra 2 rek‘at namaz idi. Akşamdan sonra 6 rek‘at evvabin namazını da genelde kılardı. Seferden döndüğünde ise mescidde 2 rek‘atlık bir namaz kılardı.

    Hz. Peygamber’in kıldığı nafile namazların bu sayılanlardan ibaret olmadığı, onun değişik vesilelerle çeşitli nafile namazlar kıldığı bilinmektedir. Oğlu İbrahim’in toprağa verildiği gün güneş tutulmuştu. Bunun İbrahim’in ölümüyle bir ilgisi olmadığını, Allah’ın kanunu olarak cereyan ettiğini belirttikten sonra mescidde cemaatle birlikte 2 veya 4 rek‘at küsuf namazı kıldı. 4 rek‘at olarak tesbih namazı kılardı. Sevinçli gelişmeler olduğunda şükür secdesine kapanırdı. Zira Cenab-ı Allah “Öyle ise siz beni ibadetle anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir” (el-Bakara 2/152-153) buyuruyordu. Nafile namazları evlerde kılmayı tavsiye ederdi. Yüce Allah’ın namaz kılınan eve hayır, rahmet ve bereket ihsan edeceğini müjdelerdi.

    O kulluk şuuru en yüksek seviyede bir insandı, ihsan üzere (Allah’ı görüyormuşçasına) ibadet edilmesi gerektiğini biliyor ve ümmetine bunu tavsiye ediyordu. İman, ibadet, ahlak (davranışlar) bütünlüğüne devamlı işaret ederdi. Çünkü imanın anlam ve lezzetini, onu ibadet ve güzel davranışlarla desteklediğinde yakalayabilirdi. Sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah korkusu ve takva da böyle oluşurdu. Müminler günlük hayatlarında iman ve ibadet ölçüleriyle yaşamalıydılar. Hz. Peygamber öyle iman etti, öyle ibadet etti, öyle yaşadı. Onun tasviriyle namaz, bir kimsenin evinin önünden akan bir ırmakta günde beş defa yıkanmasının bütün kirleri arıttığı gibi, mümini hata ve günahtan, gizli ve açık çirkinliklerden temizlerdi (Buhari, “Mevakýt”, 6; Tirmizi, “Edeb”, 80). Zaten Kur’an’da da namazın kötülük ve çirkinliğe engel olduğu bildirilir (el-Ankebut 29/45).

    Hz. Peygamber geceleri ihyaya çok önem verirdi. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyuruyordu: “Şüphesiz ki gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel” (el-Müzzemmil 73/6-8).

    Gece namazında kıyamda uzun sureleri okuduğu olurdu. Bunlar Bakara, Nisa, Al-i İmran gibi sureler olup, rüku ve secdeleri de uzun tutardı. Ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünürdü. Namazların peşinden sık sık veciz dualar yapar, Allah Teala’yı zikreder, bol bol tövbe ve istiğfar ederdi.

    Peygamber Efendimiz cenaze namazı da kıldı ve kıldırdı. Kendisi hayatta iken ölmüş pek çok kadın ve erkek müslümanın cenaze namazına katılmıştır. Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’nın cesedi civarına diğer şehidler de sıralanmış ve Peygamberimiz yetmiş kere cenaze namazı kılmıştı. Mescid-i Nebi’yi Allah rızası için her gün süpürüp temizleyen siyahi bir müslüman ölmüş ve bir gece toprağa verilmişti. Rahatsız edilmemesi gayesiyle geceleyin Peygamberimiz’e haber verilmemişti. Daha sonra bunu öğrenen Resul-i Ekrem, o kişinin mezarına gidip onun için mağfiret dileğinde bulundu. Oğlu İbrahim’in cenazesinde de bulundu ve mezarın düzgün örtülmesi hususunda müslümanları uyardı. Çünkü mezardaki bir oyuk ölüye değil, ama dirinin gözüne zarar verirdi. Diri olan, uygun bir görüntüyü severdi ve Allah yapılan bir işin en iyi yapılmasından hoşnut olurdu.

    Hz. Peygamber namazlarını en üstün bir kulluk şuuruyla eda etmiş, ashabına da öğretmiş, ashabın Hz. Peygamber’den kılınışını öğrenip aktardığı namazlar günümüze kadar gelmiştir. İnananlara düşen de aynı kulluk şuuruna ererek namazları eda etmeye çalışmak olmalıdır.

    Hz. Peygamber bir defasında attan düştü. Hurma kütüğüne çarptığı için ayağı yarıldı, sağ yanı sıyrılıp ezildi. Bu hadise üzerine yaklaşık bir ay kadar namazlarını oturarak kıldı. Diğer sağlıklı zamanlarında hep ayakta kılardı. Yine vefatına yakın zamanlarda, kamu işlerinden yorgun düştüğü günlerin gecelerinde teheccüdü oturarak kıldığı bilinmektedir. Son hastalığında Hz. Ebu Bekir’in kıldırdığı namaza oturarak uymuştu. Bu, onun cemaatle namaza ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in sağlığında, cemaate müslüman erkekler geldiği gibi isteyen müslüman hanımlar da gelerek Mescid-i Nebi’de arka saflarda cemaate iştirak edebiliyorlar ve namazdan sonra Hz. Peygamber’in nasihatlerini dinleyebiliyorlardı. Hatta bu nasihatleri daha yararlı düzeyde götürebilmek için hanımların başvurusu üzerine haftanın belirli bir gününde ve belirli bir saatte sırf hanımlar, mescidi dolduruyorlar ve Hz. Peygamber’i dinleme imkanını buluyorlardı.

    Ramazan orucu hicri 2. yılda farz kılındı ve sahabe Hz. Peygamber’le birlikte dokuz yıl ramazan orucu tutma bahtiyarlığını yaşadı. Hicretten sonra Medine’de yahudilerin aşure orucu tuttuğunu gören Resul-i Ekrem; “Biz bunu tutmaya daha layıkız” diyerek adı geçen orucu vacip kılmıştı. Sonra ramazan orucunun farziyetini bildiren ayetler (bk. el-Bakara 2/183-185) gelince müslümanlardan aşure orucu mecburiyeti kaldırıldı ve aşure orucu bundan sonra isteyenin tutabileceği bir nafileye dönüştü.

    Hz. Peygamber farz olan ramazan orucuna önem verirdi. İftarda acele edilmesini, sahurda ise imsake uzanan geç vakte kadar yemeyi tavsiye ederdi (Müslim, “Sıyam”, 48-50). Sahur yemeğinde bereket olduğunu söyler, Ehl-i kitap’la müslümanlar arasındaki farkın sahur yemeği olduğunu ifade ederdi (Müslim, “Sıyam”, 46). Ümmetine, ibadet, tövbe ve istiğfar için ramazan gecelerinin önemli bir fırsat olduğunu söyler ve müslümanları ramazan gecelerini ihyaya teşvik ederdi. Oruç kötülüklere karşı bir kalkandı; zararlı söz, düşünce ve davranışlardan korurdu. Oruçlu olmak bilinci kişiyi hep hayır ve iyiliklere yöneltirdi.

    Ashabın bildirdiğine göre Hz. Peygamber, insanların en cömerdi idi. Bilhassa ramazanda Cebrail ile karşılaştığı zaman mutluluğuna ve cömertliğine sınır olmuyordu. Ramazan gecelerinde Cebrail Hz. Peygamber’le buluşup nöbetleşe Kur’an (mukabele) okurlardı. Resulullah Cebrail ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert, daha faydalı olurdu.

    Hz. Peygamber, ramazanın genellikle son on gününde itikafa girerdi. Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre Resulullah ramazanda son on gün girince geceleri ihya eder, ailesini ibadet için uyandırır, ibadete daha çok önem verir, diğer vakitlere nisbetle daha çok ibadet eder ve müslümanlara da bunu tavsiye ederdi (Müslim, “İtikaf”, 7).

    Hz. Peygamber, bin aydan daha hayırlı (bk. el-Kadr 97/3) olan Kadir gecesinin ramazanın son on gününde ve tekli gecelerde aranmasını tavsiye etmiştir (Müslim, “Sıyam”, 208, 212).

    Hz. Peygamber ramazan ayı dışında nafile oruç da tutardı. Üsame b. Zeyd’in nakline göre Peygamberimiz en çok nafile orucu şaban ayında tutardı. Bunun hikmeti sorulunca Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Ey Üsame, şaban ayı, recep ile ramazan arasında değerli bir aydır. Halk bunun faziletinden habersizdir. Şaban ayında işlenen ameller alemlerin Rabbi olan Cenab-ı Allah’ın huzuruna yükseltilir. Ben de salih amellerimin bu ay içinde Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yükseltilmesinden haz duyarım” (Tirmizi, “Şemail”, 50-51).

    Sahabeden yapılan nakillere göre Hz. Peygamber her ayın başında üç gün oruç tutardı. Bu üç günü bazan ayın ortasına, bazan da sonuna getirdiği olurdu. Haftanın pazartesi ve perşembe günleri çoğunlukla oruçlu olurdu. Bazan bir ayın bir haftasının cumartesi, pazar ve pazartesi, diğer ayın o haftasının çarşamba, perşembe günlerini oruçlu geçirirdi (Tirmizi, “Şemail”,51).

    Hz. Peygamber’in bazan iki oruç arasında iftar etmeden visal orucu tuttuğu da olurdu. Ama herkesin gücünün bir olmadığını söyleyerek ashabını bundan menederdi.

    Hz. Peygamber aşure orucunu da tavsiye etmiş, keza receb, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarında üç gün oruç tutulmasını öğütlemiştir. Bu üç günün muharrem ayındaki uygulaması aşuredan önceki gün, aşure günü ve aşureden sonraki gün şeklindeydi. Bilindiği gibi aşure günü muharremin 10. günüdür. Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadis çok ilginçtir: “Ramazan orucundan başka en faziletli oruç Allah’a izafeten şereflendirilen (yani şehrullah olan) muharrem ayında tutulan oruçtur.” (Müslim, “Sıyam”,202). Ayrıca Hz. Peygamber ramazan çıktıktan sonra şevval ayında altı gün oruç tutar ve müslümanlara tavsiye ederdi. O, bu konuda şöyle buyurur: “Her kim ramazan orucunu tutar ve buna şevvalden altı gün daha oruç tutup onun ardından gönderirse o kişi bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi olur” (Müslim, “Sıyam”, 204).

    İslam’da kurban, Hz. İbrahim’in geçirdiği imtihanlardan sonra yüce Allah’ın ihsan ettiği koçun kurban edilmesini hatırlatan bir ibadettir. Hz. Peygamber kurban keserek bu ibadeti ifa etmiş, “babanız İbrahim’in sünneti” dediği kurban ibadetini hem kendisi yerine getirmiş, hem de ümmeti kanalıyla günümüze kadar yaşatılmasına vesile olmuştur. Kesilen kurbanın etinden kendisi ve ailesi yer, dost ve arkadaşlarına ikram eder, ihtiyaç sahiplerine gönderirdi. Kurban etinden yenilenin değil başkalarına ikram edilenin kalıcı olduğunu da sık sık tekrarlardı.

    Zekat hicretten sonraki yıllarda farz kılınmıştır. Hz. Peygamber şahsen zengin değildi, ancak toplanan zekat mallarını mümkün mertebe hiç bekletmeden ve geceletmeden gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Ehl-i beyt, zekat mallarından yararlanamazdı. Dolayısıyla Hz. Peygamber ömrü boyunca zekat gelirlerinden yararlanmamış, hane halkını da yararlandırmamıştır. Ancak o, hediye kabul eder, kendisine getirilen hediyeye hediye ile mukabelede bulunurdu. Hz. Peygamber inananları zekatlarını vermeye ve zekat dışında da infak ve tasadduka davet ederdi. Zira bu, diğerkamlık duygularını geliştiriyordu. Veren gönül hazzı, alan da eksiklerini karşılayacağı için gönül huzuru hissediyordu. Hz. Peygamber hiçbir malın ihtiyaç fazlası kısmını elinde ve evinde tutmaz, infak ederdi; komşularına ve muhtaçlara gönderirdi.

    Hac, hicretin 9. yılında farz kılındı (bk. el-Hac 22/26-29). O yıl Hz. Ebu Bekir hac emiri tayin edilerek haccın esaslarını uygulamalı olarak insanlara gösterdi. Hz. Peygamber ise farz olan ilk ve son haccını hicretin 10. yılında gerçekleştirdi. Hac günlerinde Arafat’ta Zilhiccenin 9. günü irad edilen hutbenin başlangıcında, ashabı ile bir daha görüşememe ihtimalinden bahisle ebediyete intikalinden önce vedalaştığı için bu hacca “Veda haccı” denilmiştir. Yine dinin kemale ve tamama erdiğini bildiren ayet (bk. el-Maide 5/3) o günlerde nazil olduğu için bu hacca “haccetü’l-kemal ve’t-temam” haccın hükümlerini sözle tebliğ edip ameli olarak gösterdiği için “haccetü’l-belağ”, farz olan haccın ifası olduğu için “haccetü’l-İslam” gibi isimler de verilmiştir.

    Farklı rivayetler olmakla birlikte Hz. Peygamber’in hicretin 7. yılında Hudeybiye umresi, 8. yılında Mekke fethi günü ifa edilen umre, aynı yıl Huneyn ve Taif seferini müteakip gerçekleştirilen umre ve 10. yılda Veda haccı sırasında ifa edilen umre olmak üzere dört umre yaptığı bilinmektedir.

    Ashaptan görgü şahitlerinin verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber Kur’an okumayı ve Kur’an-ı Kerim’i başkası okurken dinlemeyi çok severdi. O, Kur’an okurken kelimeler gayet açık bir şekilde anlaşılıyordu, medlere riayet ediyordu, bazan yüksek sesle, bazan da içinden sessizce okuyordu; sesi sadası gayet güzeldi. Sesli okurken sesini sadece etrafında ve odada bulunanların duyabileceği şekilde yükseltirdi. Tatlı ve yumuşak bir sesi olan Hz. Peygamber etkileyici bir okuyuşa sahipti. O, Kur’an okurken dinleyenleri bir vecd kaplar ve kendilerini sanki başka bir alemde hissederlerdi. Tegannide aşırı gitmezdi; sunilikten uzak, tabii bir okuyuşu vardı.

    Hz. Peygamber ibadetlerinde devamlı idi. Terketmez, ara vermez, sürekli yapardı. Ömrü boyunca hiçbir zaman ibadetlerini bırakmadı. Ashabına da en hayırlı ibadetin devamlı yapılanı olduğunu söylerdi (Buhari, “Savm”, 52, “Teheccüd”, 7, 18, “İman”, 32; Müslim, “Müsafirin”, 31).

    Hz. Peygamber ibadetin veya dini bir hükmün aslını koruma kaydıyla her konuda müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir. Dolayısıyla zorlaştırmamak, müjdelemek, soğutmamak onun uyguladığı ve önerdiği bir prensip idi. Her konuda olduğu gibi ibadette de itidali esas alır, aşırılıktan uzak olmayı tavsiye ederdi. Zira aşırılık helak sebebiydi (Buhari, “Rikak”, 18; Müslim, “İlim”, 4; İbn Mace, “Zühd”, 20). Ümit ile korku arasında olmak kulluk adabının gereğiydi. Bu nedenle, müslümanların ümitsizliğe düşmesini de, yaptıkları ibadetlere aşırı güvenmelerini de uygun görmemiştir.

    İbadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem verir, kişilerin ibadet etme gayretiyle ağır yükler altına girmesine razı olmazdı. Bir defasında sahabeden birinin oruç adadığı ve oruç gününde cuma hutbesinde ayakta durmayı, dışarıda gölgelenmemeyi ve konuşmamayı da kastettiği söylenince Hz. Peygamber bunu doğru bulmadı; o kişinin hutbede oturmasının, gölgelenmesinin ve konuşmasının daha uygun olacağını, orucunu bu şekilde tamamlarsa makbul sayılacağını hatırlattı (Buhari, “Eyman”, 31; Ebu Davud, “Eyman”, 19). Nitekim Allah Teala da “Allah sizin için kolaylık istiyor, zorluk istemiyor” (el-Bakara 2/185) buyuruyordu.

    Hz. Peygamber’in cemaatle ibadet esnasındaki bazı uygulamaları da ibadetin özünü zedelememek kaydıyla cemaate karşı tam bir müsamaha içinde olduğunu gösteriyor. Mesela cemaatle namaz esnasında saflarda annesiyle birlikte bulunan bir çocuğun ağlamasını duyunca kısa bir sure okuyarak rüku ve secdeye giderdi. Çünkü namaz uzadıkça annenin zihni çocuğun ağlayışına takılıp kalacaktı.

    Hz. Peygamber’in bilhassa nafileleri kılarken, torunlarının omuzuna tırmanıp oyun oynamalarına engel olmaması da onun hem çocuk sevgisini hem de ibadetlerde müsamahakar davranmasını gösterir.

    Ashaptan Abdullah b. Amr son derece zahid bir zat idi. Her gün oruç tutuyordu, her gece hatmediyordu; bu yüzden de yeni evli olduğu halde hanımından uzak duruyordu. Durum Hz. Peygamber’e intikal edince onu çağırarak meseleyi araştırdı. Bu sahabenin daha fazla sevap kazanma gayretiyle böyle davrandığını anlayınca da ona, böyle yapmasının yanlış olduğunu, vücudunun ve ailesinin de üzerinde haklarının bulunduğunu söyleyip her ayda üç gün oruç tutmasını ve ayda bir de Kur’an’ı hatmetmesini tavsiye etti. Bundan fazlasına gücünün yeteceğini söyleyip daha fazla ibadet etmek için izin istediğinde de ona gün aşırı oruç (savm-ı Davud) tutmasını, haftada bir de Kur’an hatmetmesini önerdi (Müslim, “Sıyam”, 185-193). Yüce Allah kulun ibadetinden usanmaz, ama kul hastalanır, yoğun işe maruz kalır, ihtiyarlayıp güçten düşer ve yüklendiği yoğun ibadetlerin ifasında zorlanabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Yaşlılık yıllarında Abdullah b. Amr’ın, Hz. Peygamber’in gösterdiği kolaylıklardan yararlanmamanın sıkıntısını çektiği söylenir (Buhari, “Fezailü’l-Kur’an”, 34; Müslim, “Sıyam”, 35).

    Sonuç olarak Hz. Peygamber en üstün kulluk şuuruyla ibadetlerini ifa etmiş, Allah’ın rızasını her zaman ön planda tutmuş; iman, ibadet ve davranış bütünlüğü ile ümmetine örnek olmuş, sosyal hayatta dini duyarlılığa dikkat etmiş, uygun ibadet telakkisini yaygınlaştırmış, ifrat ve tefritten, aşırılıktan uzaklaştırmış; çevresinde, yüce Allah’a ibadeti en derin haz bilen duyarlı bir sahabe kitlesi oluşturmuştur.

    Bize düşen, bu manevi mirasın ilk uygulayıcılarını iyi öğrenmek, anlamak, anladıklarımızı uygulamak ve en uygun yorumlarla günümüze taşımaktır.
    Biz bu cildi, Resul-i Ekrem’in hicretin 10. yılında yaptığı hac esnasında irad ettiği Veda hutbesiyle, Hz. Peygamber’e, onun ailesinin güzide fertlerine ve ashabına salatü selamla bitirmek istiyoruz. Bu hutbe özelde müslümanlara, genelde ise bütün insanlığa İslam’ın evrensel mesajını duyuran, insanların kardeşliğini ve eşitliğini, temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu vurgulayan önemli bir belgedir.

    İki cihan peygamberi Resul-i Ekrem, hicretin 10. yılında hac ibadeti esnasında Arafat’ta, 100.000’den fazla müslümana hitaben şöyle buyurdular:

    Ey İnsanlar!

    Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, bu seneden sonra sizinle burada belki de bir daha hiç buluşamayacağım.

    İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.

    Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayasınız.

    Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup doğrudan işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

    Ashabım!

    Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliye’den kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir.

    Ashabım!

    Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib’in torunu (amcazadem) Rebia’nın kan davasıdır.

    İnsanlar!

    Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
    İnsanlar!

    Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Tanrı emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları te’dib edebilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
    Müminler!

    Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’an’dır.
    Müminler!

    Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
    Ashabım!

    Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.

    İnsanlar!

    Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını (Kur’an’da) vermiştir. Varise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah’ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.
    İnsanlar!

    Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

    “–Allah’ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şahadet ederiz” cevabını verdiler.
    Bunun üzerine Hz. Muhammed:

    Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! dedi (İbn Hişam, II,
    350; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, I, 542-544).

    Diğer Konular