Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telafi edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bir önceki bölümde ibadetlerde ıskat ve devir konusu hakkında yeterince bilgi verilmişti. Zaten ıskat-ı savm ile, ölen kimsenin namaz borcunun fidye ödenerek düşürme girişiminin adı olan ıskat-ı salat arasında sıkı bir bağ vardır.

    İbadetler anlam ve amaç yönüyle, öncelikle bireysel ve kişisel fenomenler oldukları için, kural olarak niyabet ve vekalet kabul etmezler. İslam dini her alanda olduğu gibi ibadetlerin ifasında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir olmayı esas almış; bu ilkenin gereği olarak, ibadetin ifasında sıkıntı doğuracak durumlar için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibadetin öngörülen ilk ve asli biçimiyle yerine getirilemediği durumlarda birtakım telafi mekanizmaları ve nadiren de olsa alternatif ifa biçimleri önermiştir. Bazı istisnai durumlarda niyabete izin verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibadet içeriğinin dışında kalan başka mülahazalarla açıklanabilmektedir. Kural, ibadetlerin özellikle ve sadece mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere uyularak yerine getirilmesidir.



    Esasen, tekrar sağlığına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen hasta ve yaşlı kimseler için ilgili ayette önerilen fidye yoluyla telafi şekli, sonraları hükmün konuluş amacına uygun görülmeyebilecek zorlama yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından ıskat-ı salat) anlayış ve tatbikatına dönüşmüştür.

    Fidye hükmü, ilk olarak bir mazeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kaza etmeden ölen kimseleri içine alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar için de fidye vermesi caiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu meselede, fakihler kaza etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin ölmeden önce orucu kaza etme imkanına sahip olması durumu ile bu imkana sahip olmasına rağmen ihmal sebebiyle tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma eğilimi göstermişlerdir. Kimi fakihler, orucunu kaza etme imkanı bulamadan vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli hasta kimselerin durumuna kıyas ederek, mirasçılarının fidye vermesini vacip görmüşse de, fakihlerin çoğunluğu mazeret sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin ve kaza borcunun sakıt olduğu ve mirasçıların da fidye vermesinin gerekmediği görüşündedir.

    İmkan bulduğu halde orucunu kaza etmeden vefat eden kimse hakkında ise, fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber’in oruç borcuyla ölen kimse adına her bir gün için bir fakirin doyurulmasını emreden hadisinin (İbn Mace, “Sıyam”, 50; Tirmizi, “Savm”, 23) genel ifadesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini gerekli görürler. Bir grup fakih de, Hz. Peygamber’in, oruç borcuyla ölen kimse adına velisinin oruç tutmasını tavsiye etmesini veya buna izin vermesini (Buhari, “Savm”, 42; Müslim, “Sıyam”, 152; Ebu Davud, “Savm”, 41) esas alarak ölenin yakınlarının onun adına oruç tutmasının caiz olduğunu söylerken, Zahiriler bunun caiz değil vacip olduğunu ileri sürmüşlerdir.

    Fakihlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini emreden hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı yönündeki sahabi görüşlerini (Muvatta, “Savm”, 43) esas alarak ve namaz, oruç gibi bedeni ibadetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya ölümünden sonraniyabetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen adına yakınlarının veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun görmemişlerdir. Bunlar mezkur hadisteki “yerine oruç tutma” ifadesiyle oruç yerine geçecek olan fidye vermenin kastedildiğini, Hanbeliler başta olmak üzere fakihlerin bir kesimi de bu istisnai hükmün ramazan orucu için değil de ölenin adayıp da yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.

    Mükellefin oruç borcunun vefatından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mazereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mazereti sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu orucunu kaza edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen fakat hicri II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kaza da etmemiş kimse adına vefatından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmayıp kaza da etmeyen kimsenin vefat etmekle kaza etme imkanını yitirdiği için, mazerete binaen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.

    Hanefi kaynaklarında, İmam Muhammed’in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah’ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivayet edilir. Ölen adına yakınlarının oruç tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam Şafii’nin bu yöndeki eski görüşünün daha sonraki dönem Şafii literatüründe geniş bir yoruma tabi tutulup kasten terkedilen ve kaza da edilmeyen oruçlar dahil her türlü oruç borcu için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak kimsenin onun yakını olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun olmasın üçüncü şahısların da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği görüş ve tartışmalarının yer aldığı görülür. Sonuç itibariyle, ayette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mazeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telafi mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mazeretli veya mazeretsiz olarak orucu terkedip, kaza edemeden ölen herkese teşmil edilmiştir.

    Her ne kadar içerisinde masum ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salat anlayışının yeşerip, her türlü mantıki ve dini ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibadetlerin asli fonksiyonlarının göz ardı edilip, nasıl birtakım şekli şart ve gösterilere indirgenmiş “borçtan kurtulma törenleri”ne dönüştüğünün bir göstergesi mesabesindedir. Ruhun Allah’a yükselişini sembolize ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip ispat etmesine katkı sağlayan ve insan için daha birçok manevi ve deruni yararlar içeren ibadetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibadetlerin ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibadetleri ifada tembellik etmesine ve ihmalkar davranmasına da yol açabilmektedir.

    Vefat eden kimsenin yakınlarının müteveffanın uhrevi mesuliyetini azaltacak bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur; fakat bu niyetin doğru kanalize edilerek şari‘ tarafından öngörülmüş genel ölçüleri aşmayacak biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şari‘, mevcut biçimlerin saptırılması neticesinde oluşan biçimlere göre değil, kendi önerdiği ölçülere göre davranılmasını ister.