İslam Ahlakı



    C) Toplumsal Görev ve Sorumluluklar

    İnsanın toplumsal bir varlık olduğu şeklindeki yaygın görüş müslüman bilginlerce de kabul edilmiştir. Esasen Kur’an-ı Kerim’de de bu hususun benimsendiği görülmektedir (mesela bk. el-Enfal 8/63). Ayrıca pek çok ayet ve hadiste toplumsal hayatı düzenleyen hükümlerin konulması insanın sosyal bir varlık olduğu kabulünün bir sonucudur. Hz. Peygamber’in hayatından da ilham alarak hiç tereddüt etmeden belirtebiliriz ki, İslami öğretide ideal insan, kendini toplumdan izole etmiş, dünyaya ve hayata sırtını çevirmiş münzevi insan değil, bir toplum içinde yaşayan, dünya hayatının olumlu ve olumsuz şartlarıyla yüzyüze gelen, hayatla ve dünya ile hesaplaşan; hayatı, dünyayı, toplumu ve devleti Allah’ın iradesine ve insanlığın en yüksek mutluluğuna uygun kılma çabalarına katkıda bulunan, nihayet başkaları için de yaşayabilen ve onlardan gelecek sıkıntılara katlanabilen insandır. Bu sebeple İslamiyet, yalnız bireysel hayatla ilgili değil, toplum ve devlet düzeniyle ilgili olarak da önemli ilkeler koymuş olup bunlar içinde ahlaki olanlar geniş bir yer tutar. Aşağıda başlıcalarına işaret edilecek olan bu ilkeler hakkında gerek Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, gerekse diğer İslami literatürde çok zengin bilgiler bulunmaktadır.

    a) Sevgi, Kardeşlik ve Dostluk

    İslam ahlak literatüründe muhabbet, meveddet gibi kelimelerle ifade edilen sevgi duygusu, insanın hemcinsleriyle arasındaki ilişki ve kaynaşmasının en önemli unsuru ve dolayısıyla toplumsal hayatın kurulması ve güçlendirilmesinin vazgeçilmez şartı olduğu için Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde müslümanların kardeş olduğu belirtilerek (mesela bk. Al-i İmran 3/103; el-Hucurat 49/10) onlar arasında güçlü bir sevgi bağı kurulması öngörülmüştür. Gerçek anlamda ilk müslüman toplumun kurulduğu Medine’de, Mekke’den göç edenlere kucak açan Medineli müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de, “Onlar, hicret edip yanlarına gelenleri severler” (el-Haşr 59/9) diye takdir edilir. Bunların muhacirlere yaptıkları yardımlar sebebiyle Kur’an-ı Kerim’de, “ensar” (yardım severler) diye anılmaları (et-Tevbe 9/100, 117) ve bütün İslam tarihi boyunca sadece bu isimle ebedileşmeleri, İslam ahlakında sevgi ve onun ürünü olan dayanışmanın önemine işaret eder.

    Ünlü müslüman düşünür Farabi (ö. 339/950), Fusulü’l-medeni adlı ahlak ve siyaset kitabında bir ülkenin bireylerini ve nesillerini bir araya getirip kaynaştıran en önemli gücün sevgi olduğunu belirtir. Farabi’ye göre toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar. Sevgi ya doğal ve kendiliğinden olur (ana babanın evladını sevmesi gibi); ya da iradi olur. İradi sevgi, ancak -başta Allah’a iman olmak üzereinsanların ortak inançlarda ve (adalet, doğruluk, dürüstlük, cömertlik, edep, haya gibi) faziletlerde birleşmeleriyle mümkündür. Bu suretle birbirini seven ülke insanları, kendilerinkiyle birlikte sevdikleri diğer insanların yarar ve mutluluklarını da düşünürler. Böylece aralarındaki birlik ve kaynaşma daha da artar. Buna karşılık birbirini sevmeyen bireyler, birbirinin yararını ve mutluluğunu da istemezler.

    Gazzali ise benzer açıklamalar getirerek konuyu derin bir vukufla işlediği İhya’ın ilgili bölümünde sevginin derecelerini özetle şöyle sıralar: İnsan öncelikle kendisini ve kendi varlığının devamını sağlayan şeyleri, ikinci olarak da kendisine iyilik ve ikramda bulunanları sever. Bu sebeple gerek Kur’an’da gerekse hadislerde sevginin gelişip yaygınlaşması için insanların birbirlerine iyilik ve ikramda bulunmaları emredilmiştir. Sevginin en yüksek derecesi ise, bu tür ben merkezli anlayışı aşarak başkasını, ondaki iyilik, erdem, güzellik ve yetkinlik gibi üstün nitelikler dolayısıyla sevmektir. Böylece insanda sevgi, maddi olanı sevmekle başlar, manevi olanı sevmekle gelişir. En yüksek sevgi ise Allah sevgisi ve Allah için sevgidir. İslam ahlakında “Allah için sevgi” deyimi aynı zamanda karşılıksız sevgiyi ifade eder. Hz. Peygamber’in bu sevgiyi kişinin imanından haz duymasını sağlayan üç önemli meziyet arasında zikretmesi ilgi çekicidir (bk. Buhari, “İman”, 9, 14). Başka bir hadiste böyle bir sevgiyle kaynaşmış toplumsal yapı şöyle tanımlanır: “Müminler birbirini sevmekte, birbirine şefkat göstermekte ve korumakta, herhangi bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da bu yüzden uykusuzluğa ve hummaya tutulan bir vücut gibidirler” (Buhari, “Edeb”, 27).

    Böylece sevgi ve sevginin doğal bir sonucu olan kardeşlik, dostluk gibi kavramlar, sadece bir duygu yapısını değil, insanları olumlu eylemlere yönelten bir ahlak motifini ve toplumsal dayanışma unsurunu da ifade etmektedir. İslam ahlakının bu aksiyoner karakterini dile getirmek üzere Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona ihanet etmez, yalan söylemez, onu sıkıntıda bırakmaz. Her müslümanın diğerine namusu, malı ve kanı haramdır. Takva işte buradadır (kalptedir). Bir kimsenin müslüman kardeşini hor görmesi kendisine yapacağı kötülük olarak yeter!” (Buhari, “Mezalim”, 3; Müslim, “Birr”, 58, 72; Tirmizi, “Birr”, 18).

    “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık etmez, onu düşman eline bırakmaz. Kim müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir; kim müslüman kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu bir sıkıntıdan kurtarır; kim müslüman kardeşinin bir kusurunu gizlerse Allah da onun kusurunu gizler (affeder)” (Buhari, “Mezalim”, 3; Müslim, “Birr”, 58). İnsanlar arasında esas olan sevgi ve kardeşlik olduğuna göre haklı gerekçeye dayanmadan herhangi bir kimseye karşı düşmanlık duygusu besleyip düşmanca davranmanın İslam ahlakı bakımından asla onaylanamayacağı açıktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, yüce Allah’ın daha önce Araplar arasındaki düşmanlıkları kardeşliğe çevirerek aralarında kaynaşmayı gerçekleştirmesinin onlar için nasıl bir büyük lutuf olduğu anlatılmakta (Al-i İmran 3/103); yapılan iyiliklerin en köklü düşmanlıkları bile sıcak dostluklara çevireceği ifade edilmektedir (Fussılet 41/34). İbn Hibban el-Büsti, toplumsal hayatta düşmanlıkları önlemenin en etkili yolunun sevgi olduğunu söyler. Ona göre başkalarının kendisine düşman olmasını istemeyen kimse için en uygun yol kendisinin de başkasına düşman olmamasıdır. Özellikle kurulmuş bir dostluğu düşmanlığa çevirmek “çok büyük bir suç”tur. “Akıllı insan kötülüğe kötülükle karşılık vermez, küfür ve hakareti silah olarak kullanmaz” (Ravzatü’l-ukala’ ve nüzhetü’l-fuzala’, s. 94-95).

    b) Toplumsal Barış ve Uzlaşma

    İslami kaynaklarda toplumsal barış, uzlaşma ve kaynaşmayı ifade eden kavramlar arasında en yaygın kullanılanı ülfet kelimesidir. Özellikle Cahiliye kabileciliği ve asabiyet duygusunun tahribatıyla büyük bir parçalanma ve nefret döneminden sonra İslam toplumu için barış, uzlaşma ve kaynaşma özel bir önem kazanmış; ayet ve hadislerde gerek ülfet ve bundan türetilmiş kelimelerle, gerekse aynı veya yakın anlamlarda kullanılan sulh, ıslah gibi başka kelimelerle müslümanlar arasında barış ve kardeşliğe dayalı güçlü bağlar kurulması amaçlanmıştır. Cahiliye dönemiyle İslami dönemin insan farkına işaret etmesi bakımından son derece ilgi çekici olan bir ayette Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurulmuştur: “Yeryüzündeki her şeyi verseydin yine de onların kalplerini uzlaştıramazdın; fakat Allah onların aralarını uzlaştırıp kaynaştırdı” (el-Enfal 8/63). Hz. Peygamber de uzlaşma ve kaynaşma çabası göstermenin müslümanlar için bir görev olduğuna şöyle işaret eder: “Mümin ülfet eden (uzlaşıp kaynaşan) insandır; ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet kurulamayan insanda hayır yoktur” (Müsned, II, 400; V,235).

    Toplumsal barış ve uzlaşma konusunu büyük bir dirayetle işleyen İmam Maverdi’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’deki görüşlerinden de yararlanarak, bu toplumsal görevi gerçekleştirmenin başlıca yollarını şöyle sıralayabiliriz:

    1. Din duygusu. Bu duygu zıtlıkları önleyerek yardımlaşma ve dayanışmayı sağlar. Nitekim hicretten önce Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki kin ve düşmanlıklar, bu kabilelerin müslüman olmasıyla ortadan kaldırılmıştır.

    2. Sevgiyle oluşan kardeşlik ve dostluk. Maverdi’ye göre bu en güçlü ülfet sebebidir. Nitekim Hz. Peygamber, yine hicret sonrasında ilk müslüman devleti ve toplumu kurarken toplumsal uzlaşma ve kaynaşmayı onların arasında kardeşlikler tesis ederek sağlamıştır.

    3. İyilik ve ikram. İnsanların karşılıklı olarak birbirlerine iyilik ve ikramda bulunmaları, aralarında gönül bağları kurulmasına ve sonuçta ülfetin gerçekleşmesine ortam ve imkan hazırlar. Nitekim iyilik etmenin bu toplumsal etkisini Kur’an-ı Kerim de ifade etmektedir (el-Maide 5/2).

    4. Selamlaşma. Hz. Peygamber Allah’a yemin ederek başladığı bir sözünde, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurduktan sonra yanındakilere, aralarında sevgi bağını ancak selamlaşarak kurabileceklerini bildirmiştir (Müslim, “İman”, 93-94). Selamın bu önemi sebebiyledir ki, Kur’an-ı Kerim’de evlere girerken mutlaka selam verilmesi (en-Nur 24/27), selama daha güzeliyle veya aynıyla karşılık verilmesi (en-Nisa 4/86) emredilmiştir.

    5. Tokalaşma. Kaynaklarda genellikle musafaha kelimesiyle ifade edilen tokalaşma Hz. Peygamber’in sünnetinde de yer alan İslami bir muaşeret kuralıdır. Bu kelimenin kökü olan “safh” kelimesinin ayetlerde “hoşgörülü ve affedici olma” anlamlarında geçtiğini dikkate alarak (mesela bk. el-Bakara 2/109; el-Hicr 15/85; ez-Zuhruf 43/79), tokalaşmanın da bir kimsenin, elini sıktığı insana karşı hoşgörüsünü, affediciliğini ve sevgisini simgeleyen bir davranış olarak değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim dargın olan kimselerin el sıkışarak barışmaları birbirlerini affedip yeniden dost olduklarını ifade eder. Tokalaşmanın bu yüksek ahlaki anlamı sebebiyle olmalıdır ki Hz. Peygamber, “Birbiriyle karşılaşan iki müslüman tokalaştığında, daha oradan ayrılmadan hataları affedilir” (Ebu Davud, “Edeb”, 142) buyurmuştur.

    6. Müdara. “İlişkilerin kötüye gitmesini önlemek maksadıyla, huzursuzluk çıkarıp zarar verecek insanlar karşısında durumu idare edip vaziyeti kurtarma” anlamına gelen ahlaki bir erdem olan müdara, Hz. Peygamber’in toplumsal barışı gerçekleştirmek ve bazı zorbaların zararlarını önlemek üzere başvurduğu bir sünnetidir. Müdaranın çığırından çıkarılarak riyakarlık noktasına götürülmesine ise İslam ahlakında müdahene denmiş ve bunun bir rezilet (erdemsizlik) olduğu bildirilmiştir.

    7. Barışma-barıştırma. Kur’an-ı Kerim’de genellikle bir ülke veya beldedeki huzursuzluk ve kargaşa ortamı “ifsad”, barış ve güvenlik ortamı da “ıslah” masdarından kelimelerle ifade edilerek ifsadın kötülüğü, ıslahın da faydası ve gerekliliği vurgulanır. Pek çok ayette iyi işler için yaygın olarak
    -barış anlamındaki sulh ile aynı kökten “salih” ve “salihat”, iyi müslümanlar için “salihin” ve “salihun” kelimelerinin kullanılması da iyilikle barış, iyi müslüman olmakla barışçı olmak arasındaki ilişkiye işaret etmesi bakımından önemlidir. Yine Kur’an’da ilke olarak “Barış daha hayırlıdır” (enNisa 4/128) buyurulur ve aralarında çatışma çıkanların barıştırılması emredilir (el-Enfal 8/1; el-Hucurat 49/9-10). Hz. Peygamber müslümanların uzun süre dargın durmalarını yasaklamış, dargınları barıştırmayı “sadaka” diye değerlendirmiştir (Buhari, “Sulh”, 11).

    c) İnsan Haklarına Saygı

    “Temel insan hakları” diye anılan ve çağımızda büyük bir önem verildiği görülen hakların, zamanımızın bir keşfiymiş gibi ortaya konması kesinlikle yanlış ve yanıltıcıdır. Esasen bütün ilahi dinler, bir kısmı bu eserde yeri geldikçe ele alınan, birkaçına da aşağıda değinilecek olan bu hakların önemini ifade etmiştir.

    Kur’an-ı Kerim’de, hadislerde ve diğer İslami kaynaklarda hak kavramı, “doğru, gerçek, görev, sorumluluk, borç” gibi öteki anlamları yanında “korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddi ve manevi imkan, değer, pay, eşya ve menfaatler” için de kullanılmıştır. Zenginin malında yoksulun hakkı bulunduğunu bildiren ayetlerle (ez-Zariyat 51/19; elMearic 70/24) akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını vermeyi emreden ayetler (el-İsra 17/26; er-Rum 30/38) insanların geçimlerinin teminat altına alınmasını öngörür. Hadislerde de benzer ifadeler yanında “fakirin hakkı, isteyenin hakkı, din kardeşliği hakkı, arkadaşlık hakkı, dostluk hakkı, müslümanın müslüman üzerindeki hakkı, akraba hakkı, komşuluk hakkı, kocanın hakkı, zevcenin hakkı, misafir hakkı, yolculuk hakkı” gibi ifadeler ile (bk. Wensinck, el-Mu‘cem, “hkk” md.) hayvan haklarına ilişkin açıklamalar (mesela bk. Müslim, “Libas”, 107; “Birr”, 61; “Sayd”, 59; Ebu Davud, “Cihad”, 51; Tirmizi, “Kıyamet”, 2; Nesai, “Dahaya”, 42), hak kavramının kapsam genişliğini ve önemini ortaya koyması bakımından önemlidir. İnsanın üzerindeki bazı hakları sıraladıktan sonra bütün vakti ibadetle geçirerek bu hakları ihmal etmenin yanlış olacağına dikkat çeken bir hadisin sonunda geçen, “Her hak sahibine hakkını ver” (Buhari, “Savm”, 51-55; Müslim, “Sıyam”, 182, 187) buyruğu, herkese haklara riayet etme yükümlülüğü getirdiği gibi, “Hak sahibinin konuşma yetkisi vardır” (Buhari, “Hibe”, 23; Müslim, “Müsakat”,120) anlamındaki hadis de hak sahibine hakkını kullanma, koruma ve isteme yetkisi tanımaktadır.

    Yine hadislerde geçen “Allah’ın hakkı, kullların hakkı” gibi ifadeler zamanla İslami kaynaklarda bütün hakların “Allah hakları” (hukukullah) ve “kul hakları” (hukuku ibad) veya “insan hakları” (hukuku ademiyyin) şeklinde iki ana bölümde ele alınmasına yol açmış; bazan bunlara her iki hak alanını da ilgilendiren üçüncü bir haklar grubu eklenmiştir (bk. Maverdi, elAhkamü’s-sultaniyye, s. 278, 303, 308). Mesela ilk mutasavvıflardan Haris el-Muhasibi’nin er-Riaye li-huk†kıllah adlı kitabında takva, vera‘, tevekkül, ihlas, riya, kibir gibi konular ele alınmak suretiyle iman ve ibadetle birlikte ahlaki erdemlerle bezenip kötülüklerden arınmanın da Allah’ın kulları üzerindeki hakkı olduğu ortaya konmuştur.

    Kul hakları veya insan hakları kavramı ise başkalarına ait olup dokunulmaz kabul edilmesi gereken maddi veya manevi imkan ve menfaatler ile müslümanların başkaları lehine yerine getirmeleri gerekli olan görevleri ifade eder. İnsanların toplum halinde yaşamaları, birbirleri karşısında duruma göre sayılamayacak kadar haklar ve sorumluluklar doğurur. Bu eserde söz konusu haklardan yeri geldikçe bahsedilmiş olup burada sadece birkaçı üzerinde durmak yeterli olacaktır.

    1. Yaşama hakkı. Kuşkusuz insan haklarının en başında yaşama hakkı gelir. Kur’an-ı Kerim, savaş veya meşru müdafaa gibi zorunlu durumlar dışında, kasıtlı olarak insan hayatına kıymanın ne kadar büyük bir suç olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (yani hak etmediği halde) bir cana kıyan kimse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir” (el-Maide 5/32). Aynı ayetin devamında “Birine hayat veren kimse de bütün insanlara hayat vermiş gibidir” buyurularak, bir kimsenin hayatını bağışlamak, öldürülmesine engel olmak veya herhangi bir şekilde onu ölümden kurtarmak suretiyle hayatını devam ettirmesine sebep olmanın da bütün insanlara hayat vermek kadar değerli bir davranış olduğu bildirilmiştir.

    Başka dinden olmakla beraber müslümanlarla savaş halinde bulunmayan diğer toplumlara mensup insanların hayatları da ilke olarak dokunulmazdır (bk. Buhari, “Cizye”, 5; “Diyat”, 30). Savaş halinde bile fiilen savaşa katılmayan kadınlara, çocuklara, din adamlarına, fiilen savaşa katılmayıp işiyle gücüyle meşgul olanlara, hatta savaş meydanından kaçanlara ve yaralılara dokunulmayacağı hükmü getirilmiştir (Yahya b. Adem, Kitabü’lHarac, s. 48). Aynı nedenle İslamiyet’in, insanın bizzat kendi hayat hakkına da saygı göstermesini öngördüğü ve bu sebeple intiharı kesinlikle yasakladığı daha önce ifade edilmişti.

    2. Kişilerin şahsiyet ve onurlarının korunması. Bu da temel bir hak olup İslam dini müslümanlara birbirlerinin ırz, namus, şeref ve haysiyetlerine saygılı olmayı emretmiştir. İslam ahlakında insanlarla alay etmek, küfür ve hakaret, gıybet, haset, iftira, işkence, baskı gibi onur ve haysiyet kırıcı tutum ve davranışların yasak olduğunu gösteren pek çok ayet ve hadis bulunmakta olup bütün bu hükümlerle kişilerin şahsiyet ve onurlarının korunması amaçlanmıştır.

    3. Özel hayatın gizliliği. İnsanların birbirleri hakkında kötü zan beslemelerini ve birbirlerinin gizli durumlarını araştırmalarını yasaklayan (elHucurat 49/9); aynı şekilde evlere izin alıp selam vererek girmeyi emreden ayetler (en-Nur 24/27-28) ve hadisler (Buhari, “Edeb”, 60; Müslim, “Birr”, 72; Zühd”, 52), insanların mahremiyetine saygı göstermenin bir görev olduğuna delalet eder. Konuşmalarında genellikle son derece nazik bir dil kullanan, kırıcı olmamaya özen gösteren Hz. Peygamber, insanları arkalarından çekiştiren ve özel hayatlarını deşifre etmeye çalışanları ağır bir dille eleştirerek Allah’ın kıyamet gününde bunları rezil edeceği uyarısında bulunmuştur (Müsned, IV, 421).

    4. Din ve vicdan hürriyeti. İman, içten benimseme ve gönüllü inanma meselesidir. Bu şekilde inanmamış olan bedevilerin “İman ettik” demelerini yersiz bulan Kur’an, onlara, “Henüz iman kalbinize girmemiştir” (el-Hucurat 49/14) diye cevap verilmesini ister. Şu halde iman bir gönül meselesi olup asla baskı konusu olamaz. Nitekim İslam’ın ortaya çıkışı gerçek anlamda bir vicdan hürriyeti mücadelesi şeklinde olmuştur. Kuşkusuz İslam, insanları imana davet etmekle birlikte, bundan da önemlisi vicdanlar üzerine baskı yapılmasını şiddetle eleştiriyordu. Kur’an-ı Kerim’in müşrik Araplar’la Ehl-i kitaba yönelttiği eleştirilerin temelinde büyük ölçüde bu kesimlerin müslümanlar karşısında takındıkları zorba, baskıcı ve inatçı tavır vardı. İnsanlar üzerinde terör estirerek onların dinlerini özgürce seçmelerine engel olanlara karşı yüzlerce ayette çok sert bir üslup kullanıldığı görülmektedir (mesela bk. Al-i İmran 3/99; el-A’raf 7/86; en-Nahl 16/88; el-Münafikun 63/2). Müslümanlık karşısındaki baskıları anlatan ayetlerin birinde, zorbaların insanlara, “Bu Kur’an’ı dinlemeyin; okunuşu sırasında gürültü çıkarın; böylece belki ona galip gelirsiniz (kuru gürültüyle Kur’an’ın sesini boğarsınız)” (Fussılet 41/26) diye talimat verdikleri; Kur’an ayetlerini okuyanların üzerlerine saldırmaya kalkıştıkları (el-Hac 22/72) bildirilmektedir. Nitekim gittikçe ağırlaşan bu baskılar karşısında müslümanlar önce iki defa Habeşistan’a sonra da Medine’ye göç etmek zorunda kalmışlardı. Kur’an-ı Kerim, eski kavimlerin dini hayatları hakkında bilgi verirken güçsüz insanların vicdanları üzerinde baskı uygulayıp gerçeği kabul etmelerine engel olan zorbalardan söz ederek, baskıya uğrayanların ahirette bunlara, “Siz olmasaydınız biz kesinlikle iman edecektik” (Sebe’ 34/31) diyeceklerini bildirir.

    Bu suretle Kur’an-ı Kerim, müslüman olmayan kesimlerin dini ve vicdani kanaatler üzerinde baskı kurmalarını eleştirirken, müslümanlara da aynı konuda yükümlülükler getirmiştir. Bunların en kesin olanı, “Dinde zorlama yoktur” (el-Bakara 2/256) şeklindeki açık ve kesin hükümdür. Birçok ayette Hz. Peygamber’in bile dini görevinin tebliğden ibaret bulunduğu, onun yalnızca “müjdeleyici ve uyarıcı” olduğu, insanlar üzerinde baskı kurup zor kullanma yetkisinin bulunmadığı açıklıkla ifade edilmiştir (mesela bk. Yunus 10/108; el-İsra 17/105). Onun bir zorba değil, sadece uyarıcı olduğu belirtilirken (el-Gaşiye 88/21-22), bu uyarma ve hatırlatmanın yani davetin yöntemi ise şöyle belirlenmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla mücadeleni en güzel bir yolla yap. Senin rabbin, kendi yolundan sapanı çok iyi bilmektedir; yine O, doğru yolda olanı da çok iyi bilmektedir” (en-Nahl 16/125). Esasen insanların vicdanları üzerinde baskı kurup zorbalık yapmanın, İslam ahlakının karakterini ifade ettiğini daha önce ortaya konulan hilim erdemiyle de uzlaştırılması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’deki, “Bir topluluğa duyduğunuz kızgınlık sizi adaletsizlik yapmaya itmesin” (el-Maide 5/8) şeklindeki genel uyarının, dini ve vicdani kanaatler üzerinde baskı kurma yasağını da kapsadığında kuşku yoktur.

    Temel insan hakları olarak yukarıda sunulanların dışında İslam dini vatandaşlık, sığınma, ikamet, seyahat ve güvenlikle ilgili haklar; öğrenme, bilgi edinme, haber alma, düşünce ve ifade hürriyeti, seçme ve seçilme, örgütlenme, kanun karşısında eşitlik gibi sosyal ve siyasi haklar; mülk edinme, çalışma, tasarruf ve harcama gibi ekonomik haklar konusunda da düzenlemeler getirmiş olup bunlara bu çalışmanın diğer ilgili bölümlerinde değinilmiştir.