İslam dininin, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği kuralların bütününe şer‘i hükümler (ahkam-ı şer‘iyye) veya ilahi hükümler (ahkam-ı ilahiyye) tabir edilir. Şer‘i hüküm denince, ayet ve hadislerin doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle itikadi, ahlaki ve ameli olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin itikadi hükümleri, bütün dini ahkamın temelini oluşturur. İman esasları böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nasların bildirdiği şekilde inanılması esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelam ilimleri ilgilenir. Ahlaki hükümler, insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlak ve tasavvuf ilimlerinin ana konusunu teşkil ederler.
Ameli hükümler, itikadi hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için bunlara ahkam-ı fer‘iyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyaya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bunlar da ibadetler ve muamelat şeklinde iki kısma ayrılır. İbadetler insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren, fikri olgunluğunu artıran, dünyevi menfaati bulunsun veya bulunmasın sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbadetlerle ilgili temel kurallar ve şartlar Allah ve Resulü tarafından tek tek açıklanmıştır. İbadetler Allah hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibadetlerle ilgili dini hükümlere “taabbüdi hükümler” denilir. Bunlar iman esaslarından sonra dinin ikinci derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muamelat ahkamı ise ferdin diğer fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara bağlar. Bu hükümler temelde adalet ilkesine dayanmakta olup Kur’an ve Sünnet’te muamelat ahkamının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış, bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer bir ifadeyle Kur’an ve Sünnet’teki muamelat ahkamı sınırlı sayıdadır ve çoğu ilke ve amaç tesbiti mahiyetindedir. İslam literatür ve geleneğinde oluşan zengin muamelat ahkamı, genelde İslam hukukçularının ayet ve hadisler etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muamelet ahkamı, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre değişiklik gösterebilirler.
Dini hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur’an ve Sünnet’te yer alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak aynı zamanda itikadi bir vecibedir. Mesela namaz kılma, zekat verme, şarap içmeme, hırsızlık yapmama ameli bir hüküm ise de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak itikadi bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veya içki içme dini-ameli bir hükmün ihlali, namazın, orucun farziyetini, faizin, zinanın haramlığını inkar ise itikadi bir hükmün ihlali anlamını taşır. Çünkü İslam inancına göre Allah ve Resulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde bunları yerine getirmesi gerekir.
Fıkıh usulünde hüküm önce vaz‘i hüküm-teklifi hüküm şeklinde iki gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı zamanda mükellefin davranışlarının dini ve hukuki sonucunu da yakından ilgilendirir.
a) Vaz‘i Hüküm
İki durum arasında şariin kurduğu bağı ifade eden vaz‘i hüküm, kendi içinde sebep, şart ve mani‘ şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart, mani, sıhhat, fesad, butlan gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibadetler ve ahval-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.
Sebep. Şariin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alamet kıldığı durumdur. Mesela vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekatın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muamelat ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.
Rükün. Fıkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok Hanefiler’in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de rükün olarak anılır. İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti geçersiz (batıl, fasid) kılar. Namazda Kur’an okumanın (kıraat), rüku veya secdenin terkedilmesi böyledir.
Şart. Bir hukuki sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Mesela namaz için abdest, nikah akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikah olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikahın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikahı zorunlu kılmaz. Şari‘ bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse buna şer‘i şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibadetler ve hukuki işlemler gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekatta nisab miktarına malik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir. İnsanların kendi hukuki işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca‘li şartlar denir. Takyidi ve ta‘liki şartlar böyledir. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslam hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.
Mani‘. “Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum” şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikah akdine mani‘ sayılmıştır. Nisab miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekatın vacip olmasına mani‘ teşkil etmesi de bir diğer örnektir.
Gerek ibadet gerekse muamelat türünden olsun mükelleften sadır olan şer‘i-hukuki nitelikteki fiiller, yukarıda sözü edilen rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre sahih-batıl veya sahih-fasid ve batıl şeklinde bir ayırıma ve nitelendirmeye tabi tutulur. Bir ibadetin veya hukuki işlemin, öngörülen rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur. Bu bağlamda sıhhat, bir fiilin gerekli rükün ve şartları taşıması, butlan rüknünün veya kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fasid de rüknü ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması anlamlarını taşır. Bir hukuki işlemin batıl olması, onun kurulmamış ve yok hükmünde olması ve bu işleme hiçbir hukuki sonucun bağlanmaması demektir. Bir hukuki işlemin fasid olması ise, esasen onun var olup sadece bazı şartlarının eksik bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemin ancak böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelebilmesi demektir. Bu sebeple fasid bir fiile bazı hukuki sonuçlar bağlanabilir. Muamelatta batıl-fasid, yani butlan-fesad ayırımı özellikle Hanefiler’in ön plana çıkardığı bir yaklaşımdır.
İbadetlere gelince, fakihler butlan ile fesadın ibadetlerde aynı anlama ve sonuca sahip olduğunda görüş birliğindedir. Bu sebeple de ibadetten eksiklik ister rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Mesela secdesiz namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere hiçbir dini ve hukuki olumlu sonuç terettüp etmez. Netice itibariyle rükün ve şartlarından biri eksik olan ibadet fasid veya batıl olacağı gibi, şer‘an geçerli halde başlanmış bir ibadet, mahiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de fasid ve batıl hale gelebilir. Mesela namazda konuşulması, oruçlunun bilerek yemesi ve içmesi böyledir. İbadetler konusunda fasid ve batıl aynı anlamı ifade ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere sahih değil, caiz değil, muteber olmaz, geçersiz gibi tabirler de kullanılabilir. Bozulup geçersiz hale gelen ibadetin iadesi veya kazası gerekir. Bazan da ceza olarak ayrıca kefaret gerekli olur.
Fesadın sözlükte “bozulma”, ifsadın “bozma”, fasidin de “bozuk” olan şey” anlamına geldiğini biliyoruz. Bundan hareketle, bir ibadeti bozan veya bir hukuki işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe müfsid denir. Diğer bir ifadeyle, ibadetler alanında müfsid, usul ve adabına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir.
Esasen müfsid, şer‘i-teklifi hükmün çeşitli ayırımlarında yer almamakla birlikte mükellefin fiilleri grubuna alınıp kişinin bilmesi gereken temel ilmihal bilgileri arasında sayılması, bir bakıma şer‘i hükmün vaz‘i hüküm grubunda yer alan ve yukarıda özetle temas edilen sebep, rükün, şart, mani, sıhhat, fesad ve butlan gibi ayırım ve kavramların ibadetler ve ahval-i şahsiyye alanındaki önemli sonuçlarını göstermeyi ve mükellefi bu konuda bilgilendirmeyi amaçlar. Bu itibarla ilmihal literatüründe mükellefin fiilleri arasında yer alan müfsid, yukarıda özetle temas edilen bu temel kavramların bilinmesiyle netleşir.
b) Teklifi Hükümler (Mükellefin Fiilleri)
Teklifi hüküm ise, şariin mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi veya onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması demektir. Şariin talebi kesin ve bağlayıcı tarzda olabileceği gibi daha yumuşak bir üslupta da olabilir. Öte yandan bu emir ve yasağı bildiren delilin, sübut ve delalet (yani kaynağına aidiyeti ve belli bir anlamı ifade etmesi) yönünden bazı ayırımlara tabi tutulması da kaçınılmazdır. Bu yaklaşım ve ayırımın sonucu olarak teklifi hüküm icab, nedb, tahrim, kerahet ve ibaha şeklinde beş kategoride ele alınır. Öte yandan şariin talebinin genel veya belirli durumlara has olması yönüyle teklifi hükümler azimet-ruhsat şeklinde ikili ayırıma, gerekli rükün ve şartları ihtiva etmesi ve hukuki sonuç doğurması yönüyle de sahih-fasid ve batıl şeklinde üçlü ayırıma tabi tutulabilir. Hanefiler’in dışında kalan fakihler bu hükümleri vaz‘i hüküm grubunda sayar ve kısmen farklı bir ayırıma tabi tutarlar. Bu sayılan teklifi hükümlerin tamamı netice itibariyle dini mükellefiyetin birer yönünü ifade ettiğinden dini terminolojide ef‘al-i mükellefin (mükelleflerin fiilleri) adıyla anılırlar.
Fıkıh usulü alimlerinin çoğunluğu şer‘i hükmü Allah’ın mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı, Hanefiler ise bu hitabın neticesi olarak tanımlar. Buna göre çoğunluk (cumhur) Allah’ın haram kılma (tahrim) veya vacip kılma (icab) işlemine şer‘i hüküm derken Hanefiler mükelleflerin fiillerinin sıfatlarına yani farz, vacip, mekruh gibi nitelendirmelere şer‘i hüküm derler. Fıkıh literatüründe teklifi hüküm ile mükellefin fiilleri (ef‘al-i mükellefin) tabirlerinin aynı anlamda kullanılması bu gelişmenin sonucudur. Yine usulcülerin çoğunluğu teklifi hükmü şariin hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibaha, kerahe ve tahrim şeklinde beş kısma ayırırken Hanefiler bunu farz, vacip, mendup, mubah, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh, haram şeklinde yedi kısma ayırarak inceler. Bu kavramlar aynı zamanda ef‘al-i mükellefinin de bölümlerini oluşturur. Vacibin ve mekruhun ikiye ayrılması Hanefiler’e ait bir özelliktir.
Öte yandan, arada yakın ilişki bulunmakla birlikte vaz‘i hükmün rükün, sebep, şart, mani veya sıhhat, fesad, butlan, nefaz, lüzum gibi alt bölüm ve ayırımları ilk bakışta ef‘al-i mükellefinin kapsamı dışında görünmektedir. Ancak bu durum fıkıh kitaplarında yukarıda belirtilen ayırımlara sünnetmüstehap gibi yeni ayırımlar, müfsid gibi yeni bölümler ilave edilerek veya farz, vacip, haram gibi kavramların kapsamı genişletilerek telafi edilmeye çalışılmıştır. Neticede ef‘al-i mükellefin azimet ve ruhsat kavramlarının da ilavesiyle mükellefin muhatap olduğu, yani bilmekle, buna uygun davranmakla yükümlü tutulduğu bütün ameli hükümleri ifade eden geniş bir kapsam kazanmıştır. Bu sebeple de ef‘al-i mükellefin konusunda bilgilenme, fıkhın ibadet ve ahval-i şahsiyye alanındaki hükümlerinin doğru anlaşılabilmesi ve uygulanabilmesi için adeta ön şart mesabesinde bir gereklilik haline gelmiştir. Fıkıh literatüründe teklifi hükümler esasen vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram şeklinde beş hüküm (ahkam-ı hamse) olarak ele alınmakla birlikte, okuyucuya kolaylık sağlaması düşüncesiyle biz burada bu beş hüküm çerçevesinde kalan diğer bazı temel kavramları ve alt ayırım va adlandırmaları da bu başlıklar altında incelemeyi uygun bulduk.