Yeryüzündeki diğer canlılara göre üstün meziyetlerle yaratılan, düşünme ve iman etme kabiliyetiyle donatılan ve bunun tabii bir neticesi olarak birtakım sorumluluklara muhatap insan, bu yönüyle en şerefli bir varlık olarak anılır.
Fakat bedeni ve fiziki varlığı itibariyle Allah’ın yeryüzünde kurduğu tabii ve fıtri düzene tabidir. Bu bakımdan insan, bazan çok dayanıksız, zayıf ve kısa ömürlüdür.
Hastalık, sakatlık ve ölüm, diğer canlılarda olduğu gibi insanda da belli dünyevi ve tabii sebeplere bağlanmıştır. Bununla birlikte İslam, hastalık, sakatlık, fakirlik, deprem, yangın, sel gibi bir açıdan olumsuz ve üzücü sayılabilecek bu durumları metanetle karşılamayı, bunlarla mücadele etmeyi, gerekli bütün önlemler almayı, sonuçta ise bunu Allah’ın bir imtihanı bilip sabretmeyi telkin eder (el-Bakara 2/155; el-Mülk 67/2).
Hastalık, insanın beden ve ruh sağlığını bozan bir haldir, tedavi ise bu halin giderilmesi, yani hastanın yeniden sıhhate kavuşması için maddi-manevi her türlü çareye başvurulmasıdır. Hastalık ve sakatlıkla mücadele ve gerekli tedavi yollarına başvurmak hem insanın tabii yapısının gereği hem de dinin emir ve tavsiyesidir. Hz. Peygamber, “Allah hem derdi hem de devayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın” (Ebu Davud, “Tıb”, 11) buyurmuştur. Bu itibarla bir dert ve hastalıktan kurtulmaya çalışmak, hem tevekküle hem de hakiki şifa verenin Allah olduğu hakikatine aykırı düşmez.
Hastalığın maddi ve manevi birçok sebebi bulunabildiği gibi buna paralel olarak maddi, ruhi ve manevi birçok tedavi yöntemi vardır. Modern bilimin ilerlemesiyle yeni yeni tedavi imkan ve usulleri de ortaya çıkmaktadır. Hastalıkla mücadele ve tedavi esasen tıp biliminin konusu olmakla birlikte tedavide alkollü maddelerin kullanımı, dini metinlerin okunması ve dua ile tedavi usulü, mahremiyet gibi açılardan dini öğreti ve değer hükmünü de ilgilendirmektedir. Tedavi bu yönleriyle fıkıh kitaplarında ele alınmış ve bu konularda İslam bilginleri belli görüş ve eğilimler ortaya koymuşlardır.
a) Haram Maddelerle Tedavi
Haram maddeler denince özellikle alkollü ve uyuşturucu maddeler kastedilir. Fıkıh kitaplarında alkollü ilaç ile tedavi denilince, şarap ve şarap benzeri sarhoş edici içeceklerin tedavide kullanılması kastedilir. Ancak bugün, toz ve hap şeklinde veya damara enjekte edilebilen uyuşturucular da vardır. Bu sebeple, bu tür maddelerin doktor tavsiyesi olmadan alınması, dozajı ve alınış amacı da konumuz açısından aynı şekilde önem arzetmektedir. Bu maddeler alkol gibi hem tedavi hem de keyif maddesi olarak kullanılabildiğinden, haram madde ile tedavi konusundaki tartışmalar bu ikinci grup maddelerle tedaviyi de ilgilendirmektedir.
Yenilmesi ve içilmesi haram olan maddelerle tedavi konusunda İslam alimlerince ortaya konan görüşleri üç eğilim halinde özetlemek mümkündür:
a) İslam alimlerinin bir kısmı, haram maddelerle tedaviyi caiz görmezler. İçki içmenin mubah sayıldığı ve yaygın bir adet haline gelmiş olduğu Cahiliye dönemi Arap toplumunda, içki ilaç olarak da kullanılmaktaydı. İslam geldikten sonra içki yasağının yanı sıra, Resulullah tarafından içki ile tedavinin de yasak olduğu bildirildi. Nitekim Tarık b. Süveyd el-Cafi’den nakledilen bir hadise göre, bir adam Hz. Peygamber’e şarabın hükmünü sordu. Resulullah ise şarabın haram olduğunu ifade etti. Soruyu soran şahıs, “Biz onu tedavi için kullanıyoruz” deyince; Hz. Peygamber, “O, ilaç değil, hastalıktır” buyurdu (Müslim, “Eşribe”, 3; Ebu Davud, “Tıb”, 11). Özellikle, şarap ile tedavi olmayı yasaklayan, onun ilaç olmayıp hastalık olduğunu açıklayan pek çok hadis vardır. İşte bu hadisleri esas alanlar, bunlarla tedavinin caiz olmadığı kanaatindedirler.
Bu görüşün sahiplerine göre haram olan yiyecek ve içeceklerle tedavi caiz değildir. Hanbeliler bu görüştedir. Bu görüş sahiplerinin, hastalık halini, haramları mubah kılan bir zaruret olarak kabul etmediği ve dolayısıyla açlık yüzünden darda kalıp murdar hayvan yiyen kişiyle ilgili hükmü bu duruma uygulamayı isabetli görmedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruptaki bazı bilginler, iki durumu ayırt etmek üzere şöyle derler: Açlık yüzünden dara düşmüş kimse, zarureti giderecek -haram kılınmış yiyeceklerden başka bir şey bulamamaktadır. Halbuki hastalık böyle değildir; çünkü hastalığı tedavi için tek çare bu yiyecek ve içecekleri kullanmak değildir, birçok ilaç vardır.
b) İslam alimlerinin bir kısmı ise yenilip içilmesi haram maddelerle tedaviyi kural olarak caiz görür. Bu grubu Zahiri fakihleri teşkil eder. Zahiriler’e göre haram kılınmış şeylerle tedavi caizdir. Zahiri hukukçu İbn Hazm şöyle der: Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye ceza uygulanmaz. Çünkü tedavi zaruret hallerinden biridir. Zaruretler ise haram olan şeyleri mubah kılar. İbn Hazm, “Caiz değildir” diyenlerin dayandığı hadisleri ayrı ayrı ele almış, bir kısmının zayıf olduğunu ileri sürmüş, bir kısmına da şöyle bir açıklama getirmiştir: Zaruret halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubah olduğuna göre, bunlar “necis” (dinen pis sayılan) maddeler kapsamı dışına çıkmış demektir.
c) İslam alimlerinin çoğunluğu ise haramla tedaviyi belli şartlarla caiz görmektedir. Ancak her bir grup helal oluş için farklı ön şart ve kayıt ileri sürmektedir. Bu grupta ağırlıklı olarak Hanefiler ve Şafiiler yer alır. Onlara göre, haram ile tedavi olmanın cevazı, kesin olarak şifa vereceğinin bilinmesine, hiç değilse iyileşmenin kuvvetle muhtemel olmasına bağlıdır. Şifa vereceği kesin olarak bilinmiyorsa tedavi amaçlı haram yiyecek ve içecekler kullanılamaz. İlaç da gıda maddeleri gibi hayatın zaruri ihtiyacıdır, darda kalan kimse haram ile tedavi görebilir. Resul-i Ekrem erkeklere ipek giymeyi yasakladığı halde cilt hastalığı dolayısıyla bazı sahabilere izin vermiştir (Buhari, “Libas”, 29; “Cihad”, 91). Haram oluşun delili olarak gösterilen hadis, helal ilacın bulunduğu normal duruma göredir. Helal maddeyle tedavi imkanı olmadığında, tedaviyi sağlayacak ilaç mubah ilaç haline gelir ve hadisin kapsamına girmez.
Özet olarak ifade etmek gerekirse, İslam bilginleri, uzman bir tabibin hayati bir tehlikeden ancak yiyip içilmesi haram madde içeren bir ilaçla kurtulunabileceğini ve bunun alternatifinin de bulunmadığını bildirmesi halinde, bu ilaçla tedavinin caiz olduğu hususunda fikir birliği içindedirler. Bu şekilde bir hayati tehlikenin bulunmadığı durumlarda ise bir grup bilgin haram madde ile tedaviyi caiz görmemekte ise de, çoğunluk bu konuda daha müsamahalı düşünmekte, belli şartlarla haram maddeyle tedaviyi caiz görmektedir. Bunun için aranan iki temel şart ise, alternatif helal bir ilacın bulunmaması ile ehliyetli bir doktorun teşhis ve önerisinin bulunmasıdır.
Fıkıhçıların tartıştıkları konu şarap, idrar vb. nesnelerin tedavi için doğrudan alınması ve kullanılmasıdır. Bu maddelerin ilaç yapımında kullanılması durumunda “karışma ve değişme yoluyla pis ve haram olan nesnelerin hükümlerinin değişeceği” kuralı da devreye girecektir.
b) Okuyarak Tedavi
Hastalıkların maddi olduğu kadar manevi sebepleri de vardır. Hz. Peygamber, “Göz değmesi (nazar) gerçektir” (Buhari, “Tıb”, 36; Ebu Davud, “Tıb”, 38, 79) diyerek hastalığın manevi bir sebebine işaret etmiştir. Günümüzde zihni ve ruhi hastalıkların maddi sebepleri yanında manevi sebepleri de araştırılıp, hastalar her iki yönüyle tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Telkin ve musiki ile tedavi öteden beri uygulanan ve iyi sonuçlar alınan bir yöntemdir. Kişilerin Allah’a bağlılıkları, gerçek şifayı O’nun vereceğine güvenleri, ruh sağlıklarının ve morallerinin yerinde oluşu maddi hastalıkların tedavisinde bile ayrı bir önem taşımaktadır. Ülkemizde hastahanelerde isteyen, ihtiyaç duyan hastaları manevi yönden rahatlatmak, onlara moral destek sağlamak, ruhi dirençlerini arttırmak üzere din görevlilerinin bulunmasının uygun olacağı yönündeki henüz pratize edilmemiş düşünceler bu bakımdan anlamlı ve yerindedir.
Yine moral durumun önemi sebebiyledir ki tıbbi tedavi imkanının bulunmadığı durumlarda veya ona yardımcı bir unsur olarak insanlar dinin üstün yapıcı tesirinden yararlandırılmış, dini metinler ve dualar okunarak tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte okuma ile tedavinin mahiyet ve gayesi iyi bilinmediğinde tıbbi tedaviye alternatif bir tedavi olarak algılanma veya ehliyetsiz ve çıkarcı kimseler tarafından kötüye kullanılma ihtimali de yok değildir.
Okumak suretiyle tedavi Hz. Peygamber ve sahabe tarafından yapılmış, caiz ve etkili olduğu görülmüştür. Sahih hadis kitaplarında bu nevi tedavide daha ziyade Fatiha, İhlas, Felak ve Nas sureleriyle bazı duaların okunduğu rivayet edilmektedir. Bu sure ve duaların, nazar değmesi gibi manevi sebeplere dayalı hastalıklara da, belli durumlarda yılan ve akrep sokması gibi maddi sebepli hastalıklara da okunduğu ve netice alındığı bildirilmektedir. Okuma ile tedavinin caiz olabilmesi için; okunanın ayet, hadis veya manası anlaşılan bir dua olması, şifa verenin yalnız Allah olduğunun bilinmesi, gayri meşru bir maksada hizmet etmemesi, tıbbi tedavinin önünü kapatmaması gibi şartlar ileri sürülür.
Sebebi bilinmeyen veya tedavi edilemeyen hastalıklarla karşılaşan insanların içine düştüğü çaresizlik ve çırpınış hali, bu dönemde onları ve yakınlarını normal zamanda pek de makul olmayan bazı arayışlara sevkedebilir. Bunlar arasında sihir, nazarlık, at nalı ve kafası kullanma, meşru olmayan şekil ve metinleri içeren muska takma, kurşun dökme, tütsü yapma sayılabilir. Modern tıp biliminin gelişmediği, yeni ilaç ve tedavi yöntemlerinin keşfedilmediği dönemlerde daha sık görülen bu durumun yeni birçok hastalık türünün ortaya çıktığı günümüzde de belli ölçüde devam ettiği bilinmektedir. Bunların tıbbi açıdan bir faydasının olmadığı gibi batıl inanç olmaları sebebiyle dinen doğru da bulunmamıştır. Hz. Peygamber nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin biatlarını kabul etmemişti (Nesai, “Zinet”, 17; İbn Mace, “Tıb”, 39). Çünkü Resul-i Ekrem hastalıkların sebeplerinin bulunduğunu ve tedavi edilebileceğini belirtmiş, gerçek sebeplere tutunmayı tavsiye etmiştir. O’nun uygulamasında okuyarak tedavi, alternatif bir tıbbi tedavi değil, buna imkan bulunmadığında veya tıbbi tedavi sonuçsuz kaldığında başvurulacak yardımcı ve ilave bir yöntem niteliğindedir.
Tedavisi yapılamadığı için çaresizlik içinde çırpınan veya maddi sebeplerle tıbben tedavi imkanı bulamayan insanların bu sıkıntılı durumunu fırsat bilip onlara nazarlık, muska takan, tütsü yapan ve böylece onların umutlarından çıkar sağlayan kimseler, adeta bir insanlık suçu derecesinde ağır ve yüz kızartıcı bir suç işlemiş olmaktadırlar. Bu tür fırsatçıların dar gelirli ve dindar muhitlerde kolayca tutunabilmesi, biraz bu muhitlerdeki sefalet derecesindeki ekonomik sıkıntıyla, biraz da yeterli düzeyde dini bilgisi bulunmayan kimselerin dini değerlere bağlılığının çok kolay istismar edilebilmekte oluşuyla alakalıdır. Böyle olunca devletin sağlık politikasını iyileştirip ihtiyaç sahiplerinin ücretsiz tedavisine ve sağlık sigortasının genelleşmesine, ayrıca insanların yeterince ve doğru şekilde dini eğitimine imkan hazırlaması kaçınılmaz olmaktadır.
c) Organ Nakli
Hastalık ve tedavi konusunda kamuoyunun genel dini telakkisini belki de en çok meşgul eden meselelerden birisi organ naklidir. Günümüzde organ nakli konusu, alternatifsiz bir tedavi yöntemi olması yüzünden tıp ilminin önemli bir uğraşısı olduğu gibi, organı veren ve alan iki tarafın da insan olması ve insan uzvu üzerinde tasarruf yapılmasını gerektirmesi sebebiyle konu din, hukuk ve ahlakı da yakından ilgilendirmektedir. Burada sadece konunun dini öğreti ve telakkiyi ilgilendiren kısmı üzerinde durulacaktır.
Kısa bir tarihçe vermek gerekirse, yaklaşık XVI. yüzyılda başlayan otoorgan nakli giderek geliştirilmiş, XIX. yüzyılda insandan insana doku ve organ nakline başlanmış, önceleri deri, damar, kas nakli şeklinde başlayan bu tedavi yöntemi giderek geliştirilerek kalp, karaciğer, böbrek, kemik iliği, kornea gibi hayati organların nakli aşamasına gelinmiş, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bunda da başarılı sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Artık organ nakli günümüzde, diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de binlerce ölümcül hasta için bir ışık ve yaşama ümidinin kaynağı durumundadır. Ancak, insandan insana organ nakli böylesine önemli bir tedavi yöntemi olmasının yanı sıra, bazı dini ve hukuki sorunları da beraberinde getirmiş ve konu değişik çevrelerde farklı açılardan tartışılmaya başlanmıştır.
Organ naklinin İslam’ın prensip ve amaçlarıyla ilişkisini kurarken konu iki ayrı açıdan ele alınabilir. Birincisi, organ naklinin itikadi (inanç esasları) ve uhrevi (ahiret hayatına ilişkin sonuçları) açıdan değerlendirilmesi. İkincisi de, organ naklinin İslam hukukunun ilke ve gayeleri açısından incelenip caiz olup olmadığının araştırılması.
1. İtikadi ve Uhrevi Açıdan
Organ naklinin itikadi ve uhrevi açıdan değerlendirilmesi, bunun cismani haşir inancıyla, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği meselesiyle ve genel olarak dini sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmayacağı gibi tartışmaların açılmasını ve bu konularda belli bir sonuca varılmasını gerekli kılmaktadır.
Ehl-i sünnet bilginlerinin ve kelamcıların çoğunluğu, ahirette haşrin cismani olacağı, insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltilip böylece haşrolacağı, hesaba çekileceği, ceza veya ödüle muhatap olacağı görüşündedir. Kur’an ayetleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir (bk. Taha 20/55; el-Hac 22/5, 7; en-Nur 24/20; Yasin 36/78-79; el-Kıyame 75/3-4). Ahirette haşrın cismani (bedeni) olacağı inancının, organ naklinin tereddütle karşılanmasında kısmen de olsa etkisi vardır. Ancak konu yakından incelendiğinde organ naklinin cismani haşirle doğrudan ilişkisi, daha doğrusu organ naklinin cismani haşir inancını zedeleyen bir yönü bulunmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl sahibine döneceği ifade edilebilir. Nitekim organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar asıl sahibinde haşrolunmasına engel değildir. Gerçekten Kur’an-ı Kerim’de (el-Kıyame 75/3-4) ahirette insanın bütün uzuvlarının en ince ayrıntıya kadar toplanacağı ifade edilir. Bu ve benzeri delillerden yola çıkan İslam bilginleri de herkesin asli parçalarının kendisiyle haşrolacağı görüşündedirler.
Takma organın yeni sahibinde sevap veya günah işleyen bir kişinin cüzünü oluşturması da tamamen bu yeni sahibiyle alakalı bir meseledir. Çünkü sorumlulukta aslolan iradedir, sorumlusu da o organları kullanan şahıstır.
Kıyamet gününde organların şahitliği meselesine gelince, bu husustaki ayet ve hadisler organların ahirette lisan-ı hal ile konuşacağı şeklinde anlaşılabileceği gibi, Allah’ın huzurunda insanın hiçbir mazeret ileri sürme ve yalan beyanda bulunma imkanının olmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir. Bu konudaki ayetler (en-Nur 24/24; Fussılet 41/19, 21, 22) gerçek anlamında alınsa bile yine organ nakline engel bir delil teşkil etmez. Zira her şey Allah’ın bilgisi dahilindedir ve organlar her bir bedende bulundukları süre içinde olup bitene şahitlik edebilirler.
Konuya genel olarak dini sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, duygu, düşünce, akıl, inanç gibi manevi, ruhi özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nakliyle kişilik transferi olmamaktadır. Diğer taraftan, dikkatten uzak tutulmaması gereken bir husus, İslam dininin, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insana insan olarak baktığı ve eşit bir yaşama hakkı tanımış olduğudur. Şu halde organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın fasık yahut gayri müslim olması gibi şahsi durumlarından ötürü diğer tarafın dinen sorumlu olabileceğinin ileri sürülmesi de isabetli olmaz. İslam tedaviye önem vermiş, her insana tedavi olmada eşit haklar tanımış, bir insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür (el-Maide 5/3). Buna göre, organ nakli açısından müslüman ile gayri müslim, dindar ile fasık ayırımı yapılması doğru olmaz. Kaldı ki doğruya hidayet eden de, eceli takdir eden de Allah’tır. Sorumlulukta herkesin kendi hür iradesi esastır. Bu sebeple, müslüman veya dindar olmayana organ vermenin, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak olarak değerlendirilmesi İslam’ın bu konudaki genel esasları ile bağdaşmaz.
2. İslam Hukuk Prensipleri Açısından
İslam hukuku açısından organ naklinin hükmüne, caiz olup olmadığına gelince; çağımızda güncelleşen bu mesele hakkında gerek naslarda gerek klasik fıkıh kitaplarında açık bir ifadenin bulunmayacağı açıktır. Kur’an ve Sünnet gerekli gördüğü bazı konularda ayrıntılı hükümler koymakla beraber, genelde her hukuki olaya ayrıntıyla inmeyip, bütün devir ve dönemlerde ortaya çıkabilecek problemler için geçerli birtakım ilke ve ölçüler koymakla yetinmiştir. Bu, Kur’an ve Sünnet’in kıyamete kadar müslümanlar için kaynak ve ölçü olmasının tabii sonucudur. Klasik fıkıh kitapları da, Kur’an ve Sünnet ışığında kendi devirlerinin problemlerini çözmüş, müslümanlara günlük yaşayışları için kılavuzluk etmiş, onlara yardımcı olmuştur. Bu duruma göre, günümüzdeki organ naklinin hükmünü, nasların ve İslam hukukçularının benzeri olaylar karşısında gösterdiği tavıra ve gözettiği gayeye bakarak kavramak mümkündür.
Kur’an’da (el-Bakara 2/173; el-Maide 5/3; el-En‘am 6/119, 145) ve hadislerde (Müsned, V, 96, 218; Ebu Davud, “Et‘ime”, 36) insan hayatını tehdit eden bir açlık ve zaruret halinde haram fiillerin mubah hale geleceği ve günahın kalkacağı bildirilmiştir. İslam ölüye değer vermekle birlikte, insana ve hayata daha çok değer vermiş, hayatı korumayı dinin beş temel maksadından biri saymıştır.
İslam hukukçuları da hayatı tehdit eden açlık zarureti karşısında kalan kimsenin ölü insan eti bile yiyebileceğini, tedavi maksadıyla haram ve necis şeyleri kullanabileceğini, kemik, diş, kan gibi insan parçalarıyla tedavi olabileceğini, yavruyu kurtarmak için ölen annenin karnının yarılabileceğini, yutulmuş mücevher gibi değerli bir malı çıkarmak için ölünün karnının açılabileceğini belirtmişlerdir. İslam hukukçularının bu ve benzeri fetvaları günümüzdeki organ nakline bir hayli ışık tutmaktadır. Ancak bu gibi durumlarda belirtilen çözümleri benimsemeyen fakihler de vardır.
Çağdaş İslam bilginleri ve fetva kuruluşları, ölüden (kadavra) tedavi maksadıyla organ alınmasına ve hastaya nakledilmesine, çeşitli gerekçelere istinaden cevaz vermişlerdir. Bu cümleden olarak, ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu daha önceki kararlarının yanı sıra 03.03.
1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı ile, belli şartların bulunması halinde ölüden diriye organ naklinin caiz olduğuna fetva vermiştir. Aynı şekilde Küveyt Evkaf ve Din İşleri Başkanlığı’na bağlı Fetva Kurulu’nun 24. 12. 1979 tarih ve 132/79 sayılı, 14.09.1981 tarih ve 87/81 sayılı kararları ile, Suudi Arabistan’da faaliyet gösteren Dünya İslam Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin ve Mısır’daki Ezher Fetva Kurulu’nun kararları ve İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı da bu yönde olup, bu kararda ölüden organ nakli belli şartlarla caiz görülmektedir. Çağdaş İslam bilginlerinin büyük bir kısmı da ferdi olarak bu paralelde fetva vermiştir.
Yukarıda işaret edilen kurullar ve şahıslar, ölüden diriye organ naklinin caiz olabilmesi için şu şartların bulunması gerektiğini belirtirler:
1. Organ naklinde zaruretin bulunması,
2. Konunun uzmanlarında hastanın bu tedavi ile iyileşeceğine dair güçlü bir kanaatin oluşmuş bulunması,
3. Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının alınmış olması,
4.Tıbbi ve hukuki ölümün kesinleşmiş olması,
5. Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,
6. Alıcının da buna razı olması.
Söz konusu kurullar ve bilginler, ölüden organ nakline fetva verirken genellikle, zaruret halinde haramı işlemeye, necis ve haramla tedavi olmaya ruhsat veren nasları ve bunlardan kaynaklanan fıkhi kuralları ve ictihadları delil olarak göstermektedirler. Ayrıca, zaruretteki kimsenin ölü insan etinden yiyebilmesi, deve idrarıyla tedavi olabilmesi, ipek ve altın kullanabilmesi, insan vücuduna ölünün kemiğinin veya dişinin takılabilmesi, cenini kurtarmak için ölü annesinin karnının yarılabilmesi, annenin hayatını kurtarabilmek için karnındaki ölmüş ceninin parçalanarak çıkarılabilmesi gibi ruhsat hükümlerini örnek göstererek bunların gerekçelerini esas almaktadırlar.
Ölüden organ naklini caiz görmeyen bazı çağdaş bilginler ise, insan ölüsünün saygınlığını ve dokunulmazlığını, “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir” mealindeki hadisi (Ebu Davud, “Cenaiz”, 60; elMuvatta’, “Cenaiz”, 45), cismani haşir ve organların şahitliği inancını, hilkati (asli yaratılış) bozmanın caiz olmaması ilkesini gerekçe göstermektedir. Ancak bu görüşün ve dayanaklarının, İslam’ın yukarıda zikredilen ilke ve gayeleri karşısında daha zayıf kaldığı açıktır.
Diriden diriye organ naklinin hükmüne gelince; bazı çağdaş İslam bilginleri ve fetva kurulları belli şartlarla buna da cevaz vermişlerdir. Bu cümleden olarak Küveyt Evkaf ve Din İşleri Bakanlığı’na bağlı Küveyt Fetva Kurulu’nun 24.12.1979 tarih ve 132/79 sayılı kararında Suudi Arabistan’daki
Dünya İslam Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin 19-28 Ocak 1985 tarihinde Mekke’de düzenlenen VIII. Dönem Toplantısı’nda alınan kararlarda ve İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı 20.03.1990 tarih ve 6/5-8 sayılı kararlarında diriden diriye organ nakli, belli şartlarla caiz görülmüştür. Bunun cevazı için ileri sürülen şartlar ise şunlardır:
1. Zaruretin bulunması,
2. Vericinin izin ve rızasının bulunması,
3. Organın alınmasının, vericinin hayatını ve sağlığını bozmayacak olması ve bu durumun tıbbi raporla belgelendirilmesi,
4. Konunun uzmanlarında operasyon ve tedavinin başarılı olacağına dair güçlü bir kanaat oluşmuş bulunması,
5. Yeterli tıbbi ve teknik şartların bulunması,
6. Organ vermenin ücret veya belli bir menfaat karşılığı olmaması.
Bu fetvanın dini dayanağı olarak yukarıda zikredilen deliller, özellikle “Kim bir insana hayat verirse, bütün insanlara hayat vermiş gibidir” (elMaide 5/32) ve “İyilik ve takva üzere yardımlaşınız” (el-Maide 5/2) mealindeki ayetler ile yardımlaşmayı, dayanışmayı, fedakarlığı, zararı önleyip faydalıyı hakim kılmayı emir ve tavsiye eden hadisler gösterilmektedir.
Diriden diriye organ naklini caiz görmeyen çağdaş İslam bilginlerinin sayısı, ölüden organ nakli konusundakine göre biraz daha fazladır. Bu görüşün sahipleri gerekçe olarak da, insanın kendi organlarına malik olmadığını ve onlar üzerinde tasarruf yapma hakkının bulunmadığını, insanın saygıdeğer ve dokunulmaz olduğunu, organ naklinin hilkati (asli yaratılış) değiştirdiğini, iki taraf için de denk bir tehlike teşkil ettiğinden bunun zararın zararla giderilmesi kabilinden olduğunu ileri sürmektedirler.
Ancak, diriden alınan her organ ve dokunun aynı sonucu doğurmadığı ve aynı derecede hayati tehlike, sağlık bozukluğu veya görünüm çirkinliği meydana getirmediği açıktır. Vericiyi riske sokmadığı, sağlığını veya görünümünü bozmadığı takdirde, tıbbi verileri esas almak ve organ nakline
-zarureten başvurulan alternatifsiz bir tedavi yöntemi olduğu süreceolumlu bakmak, herhalde İslami prensiplerle ve dini hükümlerin amaçlarıyla daha uyumlu bir tavır olacaktır.
Öte yandan, kişiye kendi vücudundan organ veya doku nakli meselesi önemli tereddütlere yol açmamış; İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı olan İslam Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararında, sağladığı yarar, getireceği zarardan fazla olmak, biyolojik veya psikolojik açıdan kişiyi sıkıntıya sokan bir kusur veya rahatsızlığın giderilmesi amacına yönelik bulunmak şartıyla bu tür tıbbi operasyonların caiz olduğu belirtilmiştir. Buna karşılık aynı kararda, kişinin hayatiyetine son veren, yine hayatiyetine son vermese de vücudun temel fonksiyonlarından birini tamamen sona erdiren organ yahut organların alınması yoluyla diriden diriye organ naklinin caiz olmadığı vurgulanmıştır.
Hayatı, ölümü ve ölüm ötesini tabii birer hadise ve kademe olarak tanıtıp anlamlı hale getiren İslam dininin dünyada insanların fert ve toplum olarak sağlık, huzur ve güven içinde yaşamasına önem verdiği, bunu sağlayıcı tedbirlerin bir kısmını emrettiği, bir kısmını da insanların çaba ve inisiyatiflerine bırakıp ilke olarak teşvik ettiği bilinmektedir. Böyle olunca müslüman toplumların, yeni bir tedavi yöntemi olan organ nakli konusunda başlangıçta mütereddit davranması, hatta toplumsal refleksle karşı bir tavır sergilemesi ve bu konuda birtakım dini gerekçeler üretmesi makul karşılanabilir. Bu tarz bir direnç, geleneksel toplumların her bir yenilik karşısında dağılıp parçalanmasını önleyici ve toplumsal yapıyı koruyucu bir sigorta işlevi de görmektedir. Ancak, organ naklinin artık alternatifsiz bir tedavi yöntemi olarak insanları hayata döndürdüğü görüldükten sonra bu tereddütlerin ve çekimser tavrın terkedilmesi, hatta bu yönde ciddi adımların atılması, kamuoyu oluşturulması ve bunu sağlayacak kurumların kurulması gerekir. İnsan hayatına çok değer veren bir dinin mensubu olan müslümanların bu konuda dünyaya öncülük ve örneklik etmesi bile beklenir.