Hukuki ve Ticari Hayat



    A) Akid

    Sözlükte, “bir şeyin kenarlarını toparlamak, ipin iki ucunu birbirine bağlamak” gibi anlamlara gelen akid, hukuk terimi olarak genelde “hukuki bir sonucu meydana getirmek üzere karşılıklı iki iradenin birbirine uygun olarak açıklanması” anlamını ifade eder. Bununla birlikte akid teriminin zaman zaman vasiyet gibi tek taraflı hukuki işlemleri belirtmek için kullanıldığı da olur. Akid kelimesi Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde ve çoğul olarak “Ey iman edenler, akidleri (uk†d) yerine getirin!” (el-Maide 5/1) şeklinde geçmektedir. İlk devir İslam bilginleri bu ayette geçen “ukud” kelimesini, Kur’an-ı Kerim’deki benzer kullanımların da (mesela bk. el-Bakara 2/235; enNisa 4/33; el-İsra 17/34) etkisiyle hem bazı hukuki ilişkileri hem de hukuki olmaktan ziyade ibadet yönü ağır basan nezir ve yemin gibi şer‘i tasarrufları ve hukuki işlemlerle ilgili şartları içine alan oldukça geniş bir muhteva ile yorumlamışlardır. Gerek tek gerekse karşılıklı iki irade beyanından doğmuş olsun, kendisine hukuki sonuç bağlanabilen hukuki işlemlerin klasik doktrinde akid kapsamı içerisinde mütalaa edildiği söylenebilir. İslam hukuk doktrininin gelişim seyrine bağlı olarak akdin terim anlamını kazanmasında da belli bir tedriciliğin bulunduğu, zamanla akid kelimesinin daha çok alım satım ve kira gibi iki taraflı hukuki işlemleri; zaman zaman vasiyet ve ibra gibi tek taraflı hukuki işlemleri ifadede kullanıldığı, nezir, yemin gibi hususların, hiç değilse, akid kelimesinin mutlak muhtevasının dışında tutulduğu görülür. Akid kelimesi bu terimleşme seyrinin sonucunda Mecelle’de kanun maddesi tekniğinde bir anlatıma kavuşmuştur: “Akid, tarafların bir hususu iltizam ve taahhüt etmeleridir ki, icap ve kabulün irtibatından ibarettir” (md.103).

    İslam hukuk literatüründe akidler oldukça geniş bir yer tutmasına rağmen, muhtemelen İslam hukukunun meseleci (kazuistik) tarzda doğması ve gelişmesinin bir sonucu olarak, İslam hukukçuları genel bir akid teorisi ortaya koymamışlar, akid nevilerini ayrı ayrı ve büyük ölçüde kendi bütünlükleri içerisinde ele almışlardır. Bununla birlikte temel akid saydıkları alım satım (bey‘) akdinde, zaman zaman akdin genel hükümlerine de yer vermişlerdir. Bunun yanında, fıkıh usulü kitaplarında ve “eşbah ve nezair” türü eserlerde birtakım genel kurallar tesbit edildiğini belirtmek yerinde olur. Çağdaş İslam hukukçuları dağınık olarak bulunan bu malzemeyi sistemli şekilde bir araya getirerek bir “akid teorisi” geliştirmeye çalışmışlardır.

    a) Akdin Tabii Unsurları

    Akdin kurulabilmesi ve hükümlerini meydana getirebilmesi için birtakım unsur ve şartların bulunması gereklidir. Bir akidden bahsedilebilmesi için her şeyden önce, “akdi yapacak kişiler”in (taraflar), “akde konu olacak şey”in ve tarafların “irade beyanları”nın bulunması zorunludur. Yapı ve mahiyetleri, yapılan akdin muhtevasına göre zaman zaman değişiklik gösterse de, bütün akidlerde bulunmaları mutlak şart olduğu için “taraflar”, “konu” ve “irade beyanı”nın akdin “tabii unsurları” veya “asli unsurları” olarak adlandırılması mümkündür. Nitekim bu unsurlar, klasik doktrinde “erkanü’l-akd” veya “rüknü’l-akd” ve “aslü’l-akd” olarak ifade edilmiştir.
    Bu tabii unsurlar olmaksızın akdin varlığı düşünülemeyeceğinden, bunlardan birinin eksikliği halinde, hukukun akidlere bağladığı sonuçlardan söz edilemez. Ancak bu tabii unsurlar mevcut olup, bunlardan herhangi biri, hukuk düzeninin öngördüğü şartlardan birini veya birkaçını taşımıyorsa, bu takdirde akdin, hukuk nazarında, eksik olan şartın önem derecesine göre değişen bir hükmü olur.
    Akdin tarafları, birbirleriyle akid ilişkisine giren gerçek ve tüzel kişilerdir. Akdin durumuna göre taraflar tek kişi olabileceği gibi birden fazla kişi de olabilirler. Yine taraflar akde, “asil” sıfatıyla taraf olabilecekleri gibi vekalet, velayet, vesayet gibi yetkilerle “naib” (temsilci) sıfatıyla da taraf olabilirler.
    Akdin konusu, akdin hükümlerinin kendisinde ortaya çıkıp gerçekleştiği şey olup, yapılan akdin türüne göre farklı yapı ve mahiyette olabilir.

    Alım satım, rehin gibi bir kısım muavazalı (iki taraf için de ivazlı) akidlerde akdin konusu “eşya” (ayn) iken; kira, iare (ariyet veya iğreti sözleşmesi) gibi akidlerde “eşyanın menfaati”; tarım ortakçılığı ve hizmet akidlerinde “emek” (iş) olmaktadır.

    İrade beyanı, tarafların akid yapma rızalarını dışa yansıtmalarıdır. Gerçekte, akidlerde aslolan karşılıklı rızadır. Fakat, açığa vurulmamış rızaya bir hüküm bağlanması mümkün olmadığından, aralarında bir hukuki ilişki kurmak isteyen kişiler, bu iradelerini açıklamak durumundadırlar. İslam hukuk doktrininde prensip olarak irade beyanına, rızanın “mazınne”si, yani rızanın muhtemel gerçekleşme yeri ve biçimi nazarıyla bakılmış ve irade beyanı bir anlamda rızanın bir göstergesi kabul edilmiş ve buna bağlı olarak rızanın irade beyanı ile birlikte bulunacağı benimsenmiştir. Bu itibarla, açık ve net olduğu -ve aksi ispatlanmadığı sürece, doktrinde hakim görüş, açıklanan iradeye itibar edileceği şeklindedir. Bu durum, İslam hukukunun insan ilişkilerinde açıklığı ve objektifliği ölçü almasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de İslam hukuku, başlangıçtan itibaren katı şekilciliğe karşı çıkmış, akidlerin kuruluşunda karşılıklı rızanın esas olduğu düşüncesini getirmiştir. Ancak, rızanın esas alınması, sözlere ve yapılan beyanlara itibar edilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü, sözler bir bakıma anlamların kalıpları olduğundan aralarında çelişki bulunmadığı, daha doğrusu aksinin sabit olduğuna dair kuvvetli bir delil yer almadığı sürece sözlere itibar edileceği prensibi getirilmiştir. Akdin kuruluşu esnasında beyan edilen iradenin, akdin ifası sırasında ise iç iradenin (rıza) muteber tutulduğu göz önüne alınırsa, irade beyanının, rızanın sübutunun “illet”i değil, “emare”si olduğu anlaşılır.

    İcap ve kabul, karşılıklı rızanın göstergesi sayıldığından, özellikle Hanefi hukukçular tarafından, genelde akdin yegane rüknü olarak nitelendirilmiştir.

    İrade beyanının prensip olarak “söz” ile yapılması esası getirilmişse de, rızaya delaletleri kesin olmak kaydıyla söz dışında, yazışma vb. şekillerle de irade beyanında bulunulabileceği kabul edilmiştir. Bunun yanında, “sözlü bir irade beyanı olmaksızın, satılmak üzere konulmuş bir şeyi alıp semenini bırakmak” demek olan teati yoluyla alım satım şekli, örfün de bunu onaylaması kaydıyla İslam hukukçularının çoğunluğu tarafından caiz görülür. İslam hukukçularının irade beyanına ilişkin olarak şart koştukları açıklık, netlik, kesinlik gibi hususların gerçekleşmesi halinde, günümüzde yaygın olarak kullanılan telefon, elektronik haberleşme gibi yollarla da irade beyanı yapılabilir ve akid kurulabilir.

    İrade beyanının var sayılabilmesi için, icap ve kabulün, tarafların akid yapma iradelerini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikte gösteren bir siga ile yapılmış olması ve yapılmak istenen akde delaletinin açık olması gerekmektedir. İslam hukukçularının, icap ve kabulde kullanılacak fiil zamanları üzerinde titizlikle durmalarının en önemli sebebi budur. Bunun yanında, icap ve kabulün vasfı üzerinde de önemle durulmuştur.

    Hanefiler’e göre ilk açıklanan irade icap, buna cevap mahiyetinde ve ikinci olarak açıklanan irade ise kabul adını alır. Tek başına icap bağlayıcı değildir. Yani icapta bulunan taraf (mucip), karşı tarafın kabulünden önce, yaptığı icaptan vazgeçebilme hakkına (hıyarü’r-rücu‘: rücu muhayyerliği) sahip olduğu gibi, icaba muhatap olan taraf da bu icabı kabul edip etmeme hakkına (hıyarü’l-kabul: kabul muhayyerliği) sahiptir. Mucip, icabından dönmeden önce, karşı taraf kabul iradesini açıklarsa, artık akid kesinleşmiş ve her ikisi için de dönüş imkanı kalmamış olur. Maliki hukukçuların görüşü de böyledir. Şafii mezhebinde, icap ve kabulün peş peşe ve derhal vuku bulması şart görüldüğü için, Hanefi mezhebindeki vazgeçme ve kabul muhayyerliği benimsenmemiş, bunun yerine “meclis muhayyerliği” (hıyarü’lmeclis) teorisi ortaya atılmıştır. Buna göre taraflar akdin yapıldığı mahalden fiilen (bedenen) ayrılmadıkları sürece akidden vazgeçme hakkına sahip kılınmışlardır. Bu teori ile, fazla düşünme imkanına sahip olamadan irade beyanında bulunmuş olan taraflara düşünme ve gerekirse vazgeçme imkanı tanınmış olmaktadır. Hanefi mezhebi ile Şafii mezhebindeki bu görüş farklılığının ve meclis muhayyerliği teorisinin hareket noktasını, “Alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdir” (Buhari, “Büyu‘”, 42) anlamındaki hadise getirilen farklı yorumlar oluşturmaktadır. Hanefiler, hadiste geçen ayrılmayı “söz” ile ayrılma, Şafiiler ise “beden” olarak ayrılma şeklinde yorumlamışlardır.

    İslam hukukçularının çoğunluğu, sırf icap ve kabul ile akdin tamamlanıp hükümlerini meydana getireceği görüşündedirler. Ancak akdin tamamlanabilmesi için icap ve kabulün yeterli olmadığı, ayrıca akid konusu olan şeyin teslim edilmesinin gerekli olduğu bazı akid türleri de vardır. Bu akidlere “ayni akidler” denilmektedir. Hibe, iare, vedia, karz ve rehin akidleri bu grupta yer alır.

    b) Akdin Kuruluş Şartları

    Akdin kurulabilmesi ve hukuk nazarında var olabilmesi için yukarıda sözü edilen üç tabii unsurun birtakım şartları taşıması gerekmektedir. İslam hukukçuları, bu şartların akdin kurulmasında oynadıkları rolün önem derecesi hususunda farklı görüşlere sahip olduklarından, bu şartlardan her birinin eksikliğinin akde ne şekilde etki edeceği hususunda da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslam hukukçularının çoğunluğu prensip itibariyle akdi, “kuruluş” (in‘ikad), “geçerlilik” (sıhhat) ve “işlerlik kazanma” (nefaz) açılarından bir bütün olarak telakki ettiklerinden, akdin hüküm ve sonuçlarını meydana getirilebilecek son şekle gelmesini sağlamak için gerekli olan bütün şartları aynı önem derecesinde tutma eğilimi göstermişlerdir.

    Hanefi hukukçular ise cumhurdan yani kendi dışlarında kalan çoğunluktan farklı olarak, akdin kurulup sonuçlarını meydana getirmesini birkaç merhalede ele almış ve her bir merhale için farklı önem derecesinde şartlar öne sürmüşlerdir. Bu merhaleler sırasıyla “kuruluş”, “sıhhat”, “işlerlik” ve “bağlayıcılık” (lüzum) adlarını alırlar. Akdin hükümsüzlüğü de, aynı şekilde bu merhaleler paralelinde ele alınmıştır. Buna göre, kuruluş şartlarından biri eksik olan akid “batıl”, sıhhat şartlarından biri eksik olan akid “fasid” ve işlerlik şartlarından biri eksik olan akid “mevkuf” (askıda) olur. Akdin bağlayıcı olması, akdin kurulmasında ve sonuçlarını doğurmasında doğrudan etkili olmadığından, lüzumun mukabili olan “muhayyerlik”, hükümsüzlük kapsamında ele alınmamıştır.

    Akdin kuruluş şartları, akdin hukuki varlık kazanabilmesi için gereken şartlardır. Bu şartlardan birinin veya birkaçının eksik olması halinde akid kurulamaz. Bu konuda İslam hukuk ekolleri prensip olarak aynı görüşü paylaşmakla birlikte, bu şartların tesbitinde tam bir görüş birliği mevcut değildir. Nitekim, Hanefi mezhebinde sıhhat ve nefaz şartı olarak gösterilen birçok şart, diğer mezheplerde kuruluş şartları arasında yer almıştır.

    Hanefiler’in, akdin kuruluşu için tesbit ettikleri anahtar cümle şudur: “Akid, ehlinden, mahalline muzaf olarak sadır olmuşsa, bunun kurulmuş olduğunu söylemek gerekir”. Diğer mezheplerin hareket noktası da bu olmakla beraber, akde kimlerin ehil olduğu ve nelerin mahal (akid konusu) olabileceği konusunda Hanefiler’le esaslı görüş ayrılığı içerisindedirler.

    1. Taraflarla ilgili kuruluş şartları. Akidden bahsedilebilmesi için, karşılıklı iki tarafın bulunması gereklidir. Özellikle her iki tarafa karşılıklı borç yükleyen muavazalı akidlerde akdin hakları, yani teslim, tesellüm, mutalebe gibi hususlar, temsil olunana değil bizzat akdi yapanlara raci olduğundan, tek kişinin iki tarafı temsilen akid yapması mümkün görülmemiştir. Hanefi mezhebinde sadece nikah akdinin hukuki yetkiye sahip tek kişi tarafından yapılabileceği kabul edilirken, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde gerek nikah akdi gerekse mali muavazalı akidlerin hukuki yetkiye sahip tek kişi tarafından yapılması caiz görülmüştür.

    Hanefi mezhebinde, akdin kurulabilmesi ve hukuki varlık kazanabilmesi için akdi yapacak tarafların temyiz kudretine sahip olmaları yeterli görülmüş, ayrıca buluğ ve rüşd şartı getirilmemiştir. Buna göre mümeyyiz çocuğun mal varlığında hem artış hem eksiltme meydana getiren hukuki işlemleri çocuğun kanuni temsilcisinin önceden verdiği muvafakat (izin) ile veya daha sonra vereceği onaya (icazet) bağlı olarak kurulmuş olur. Kanuni temsilcisi icazet verirse bu tasarruflar işlerlik kazanır, vermezse batıl olur. Temyiz kudretinden yoksunluk, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı ve -tartışmalı olmakla birliktesarhoşluk gibi makul davranmayı engelleyen hallerde söz konusu olur. Maliki mezhebinde de durum hemen hemen aynıdır. Ahmed b. Hanbel’e göre, mümeyyiz küçüğün bu tür hukuki işlemleri, kanuni temsilcinin baştan izin vermiş olması halinde geçerlidir.

    Şafii mezhebinde ise, çocuğun temyiz gücüne sahip olması yeterli olmayıp, ayrıca çocuğun buluğa (veya buluğ yaşına) ermiş olması da şarttır.

    2. Akdin konusu ile ilgili kuruluş şartları. Akde konu edilen şeyin, akdin yapıldığı esnada mevcut olması gerekir. Bu itibarla akdin yapıldığı esnada mevcut olmayan bir şeyin satılması, doktrinde batıl sayılmıştır. Ancak, bazı hukukçular bu şartın sadece satım akdi ile sınırlı düşünülmesi gerektiğini ve diğer akidleri kapsamadığını savunurken; bazıları da akde konu edilen şeyin mevcut olup olmaması değil, garara, yani belirsizliğe ve bunun sonucu olarak taraflardan birinin zarara uğrayıp diğerinin haksız kazanç sağlamasına yol açıp açmama ihtimali üzerinde durarak bu şartı oldukça yumuşatmış ve uygulamada ortaya çıkabilecek bazı aksama ve tıkanmaları kaldırmaya çalışmışlardır. Bunun yanında, akdin konusunun (akidle yüklenilen edimin), fiilen (tabii olarak) ve hukuken imkansız olmaması da şarttır.

    Akdin konusunun teamüle elverişli olması da şarttır. Bu cümleden olarak akdin konusunun yararlanılabilir olması ve bu yararlanmanın hukuken meşru kılınmış ya da yasaklanmamış olması gerekir. Ayrıca akde konu edilecek şeyin belirlenmiş veya belirlenebilir olması da şarttır.

    3. İrade beyanı ile ilgili kuruluş şartları. Akdin kurulabilmesi için beyan edilen iradelerin aynı mecliste ve birbirine uygun olması şarttır. Akid meclisi, Hanefiler’e göre, icap ile başlayıp karşı tarafın kabulü, dolayısıyla tarafların anlaşmaları ile sona eren ve akid görüşmelerinin ihlal edilmediği zaman dilimidir. Bu itibarla önemli olan mekan birliği değil, icabın hiçbir kesintiye uğramadan kabul ile birleşinceye kadar geçen zaman birliğidir.

    c) Akdin Geçerlilik Şartları

    Hanefi doktrininde, kuruluş şartları yanında bir de “sıhhat (geçerlilik) şartları” söz konusu edilmiştir. Her akdin kendine özgü birtakım sıhhat şartları olmakla birlikte bütün akidlerde bulunması gereken genel sıhhat şartları da mevcuttur. Ehliyeti kaldıran sebepler akdin asıl unsuru olan rızayı da ortadan kaldırdığından çoğu defa akdin tamamen hükümsüz ve geçersiz olmasına yol açar. Buna karşılık akidde rıza ile irade beyanı arasında ve rıza ile akidde ortaya çıkan sonuç arasında belli ölçüde uyumsuzluğun olduğu durumlarda akid fasid sayılıp ilgili tarafa akdi feshetme hakkı tanınarak akdin yol açabileceği zararlara karşı korunmak istenmiştir.

    Akdin sıhhat şartlarının başında, bedellerin malum olması şartı gelir. Akdin sahih olabilmesi için bedellerin anlaşmazlığa sebep olmayacak ölçüde biliniyor olması gerekir. Eğer akidde, taraflar arasında halledilmesi güç bir anlaşmazlığa yol açan aşırı bilinmezlik, fıkhi tabiriyle “fahiş cehalet” varsa bu akid fasid olur. Mesela, bir kimsenin bir sürü içerisinde hangisi olduğu belirlenmemiş bir koyunu satması fahiş cehalet sayılır. Çünkü bu durumda satıcı, koyunun belirlenmemiş olması gerekçesiyle kötü bir koyun vermek isteyebilir; alıcı da aynı gerekçeyle daha iyi bir koyun seçip almak isteyebilir. Ancak, basit bilinmezlik akdi fasid kılmaz. Mesela, akdin başlangıcında seçme ve belirleme yetkisinin müşteriye verilmiş olması halinde bu bilinmezlik bir anlaşmazlığa sebep olmaz, dolayısıyla da akdi fasid kılmaz. Bedellerin vasıflarının bilinmesi ise sıhhat şartı değil, lüzum (bağlayıcılık) şartıdır.

    Akdin garardan yani makul olmayan ölçüde risk, şüphe ve bilinmezlikten uzak olması şartı da, hem yukarıdaki şartı tamamlayan hem de tarafların beklenmedik risk ve zarardan uzak olarak gönül hoşnutluğuyla birtakım akdi yük ve borçlar altına girmesine imkan veren ve yine akidden doğan haklı kazançlar elde etmesini sonuçlayan önemli bir sıhhat şartıdır. Esasen, bilinmezlik (cehalet) ve garar hukuki ilişkilerde ölçü olabilecek netlikte ve açıklıkta birer kavram olmayıp tanımı ve içeriği şahıs, bölge ve dönemlere göre farklılık gösterebilir. Fakat İslam hukukunda bu konu üzerinde ayrıntı ile durulmuş, bazı örneklerden hareketle belli ölçüler getirilmeye çalışılmış ve neticede akidlerde güven, adalet ve hakkaniyeti sağlama, işin şansa bırakılarak taraflardan birinin akdin makul sonucu olmayan bir borç ve zararla karşılaşmasını önleme yönünde önemli tedbirler alınmıştır. Aşağıda bilinmezlik, gabin ve garar konusuna tekrar dönülecektir.

    Akid esnasında tek taraflı yarar sağlayan, akdi risk ve bilinmezlik ortamına sürükleyen, yasak bir şeyi içeren, akdin muhteva ve yapısal amaçlarına (mukteza) veya teamüle aykırı şartlar da çoğu zaman fasid şart olarak nitelendirilmiştir. Akidde tarafların ileri sürebileceği şartlardan önemli bir bölümünün özellikle ilk dönem İslam hukukçularınca fasid şart olarak nitelendirilmesi ve böyle akidlerin feshine imkan tanınması, temelde akidlerde sadeliği koruma, akdin kuruluş ve hükümlerini objektif ölçülere bağlama ve ileride taraflardan birinin bu yüzden mağdur olmasını önleme düşüncesine dayanır. Ancak bu sakıncanın ortadan kalktığı ileriki dönemlerde hukuk ekolleri bu konuda daha müsamahalı bir tavır izlemiş ve dinin temel ilke ve yasaklarını ihlal etmediği, örf ve teamülde bulunduğu sürece taraflara akidde dilediği şartları ileri sürme ve akdi dilediği muhtevada düzenleme serbestisi tanımışlardır.

    Akid yapılırken akdin tabii unsur, şart ve hükümlerinde yanılma (hata), kusurlu bir davranış sonucu karşı tarafın yanıltılması veya aldatılması (hile ve tağrir) veya akdin zor ve tehdit (ikrah) altında yapılması durumunda, akdin temel kurucu unsuru olan rıza bu etkenlerin tür ve derecesine göre belli ölçüde sakatlanır. Bundan dolayı da İslam hukuk doktrininde hata, hile ve ikrahın akde tesirleri üzerinde ayrıntılı şekilde durulmuş, akidlerde objektifliği ve düzeni sağlama ve üçüncü şahısların haklarını koruma ile tarafların esasen razı olmadıkları zarar ve mağduriyetlerini önleme arasında makul bir denge kurulmaya çalışılmıştır. Bu sebeple de bir dereceye kadar akidler ve dış irade korunmuş, akde rızanın ciddi ölçüde sakatlandığı belli bir dereceden sonra ise ilgili tarafa akdi feshetme hakkı tanınmıştır.

    Faiz yasağı İslam’ın temel yasaklarından olduğu için akdin sahih olabilmesi için, faiz unsurunu veya şartını içermemesi hatta akdin faiz şüphesinden uzak olması şartı üzerinde de ayrıntı ile durulur.

    Belli başlılarına temas edilen bu sıhhat şartlarının bulunmaması halinde akid batıl ve tamamen geçersiz olmayıp fasid olacaktır. Hanefiler fasid akdi belli nevi akidlerde batıl akidden ayrı düşündüklerinden, akdi fasid kılan bu şartın kalkması veya iyileştirilmesi halinde akdin sıhhat kazanabileceğini ifade etmişlerdir. Çünkü amaç insanların sözleşme hürriyetlerini ve akdi iradelerini kısıtlamak değil, akidlerin hem dinin ilke ve esaslarına aykırı kurulmasını önlemek hem de insanları bilgisizlik, dikkatsizlik, ihtiyaç ve zorbalık sebebiyle gerçekte razı olmadığı bir yükümlülük ve zarar altına girmekten korumaktır.

    d) Akidlerin Hükümsüzlüğü

    Akidlerin muteberliği için öngörülen “ehliyet”, “irade beyanı” ve “akdin konusu” ile ilgili olarak aradığı şartları taşımayan akidler, genel bir ifadeyle hükümsüzdür. Söz konusu bu şartlar hukuki işlemlerin, fert ve toplum yararını gerçekleştirme ve koruma maksadına uygun şekilde, dolayısıyla kamu düzenini ihlal etmeyecek biçimlerde ve amaçlarla yapılmasını sağlama hedefine yönelik olduğundan, hükümsüzlük, bir bakıma kamu hakkına ve hukuk düzenine aykırı davranmanın bir yaptırımı olmaktadır. İslam hukukçularının bu aykırılığı, şariin emir ve maksadına aykırılık şeklinde açıklamasının da anlamı budur.
    Hükümsüzlük, Hanefi doktrininde iki kademeli olarak ele alınmış ve kuruluş şartlarını taşımayan akid “batıl”, sıhhat şartlarını taşımayan akid “fasid” sayılmıştır. Butlan, akdin hukuki yapısına asli yönden aykırılık, fesad ise fer‘i yönden aykırılık olarak ifade edilmiştir. Şu var ki, bu ayırım bütün akidler için geçerli olmayıp, muavazalı akidler için söz konusudur. Diğer ekollerde ise, böyle bir kademelemeye gidilmemiş, batıl ve fasid birbirinin eş anlamlısı olarak kullanılmıştır.
    Pratik sonuçları itibariyle butlan ile fesad arasında birtakım farklılıklar vardır. Batıl akid hiçbir surette hukuki varlık kazanamaz ve mesela satım sözleşmesinde mülkiyeti alıcıya geçirmez. Fasid akid ise hukuki varlık kazanmış bir akid olup teslimin gerçekleşmesi anında mülkiyeti nakleder. Hanefiler fasid akidle edinilen mülkü “temiz olmayan mülk” olarak tavsif etmişler ve tarafların dinen ve hukuken, bu akdi feshetmekle mükellef olduklarını ifade etmişlerdir. Taraflar feshetmekte gevşeklik gösterirlerse akid mahkeme kanalıyla feshedilerek hukuki hayattan kaldırılır. Ancak fesihten önce alıcı, malı başka birine sattığı takdirde iyi niyetli bu yeni alıcının haklarının korunması amacıyla artık akdin fesih imkanı ortadan kalkar.

    e) Akdin Hukuki Sonucu

    Hukukun öngördüğü şartları taşıyarak kurulan akid, gerek taraflar ve gerekse akid konusu itibariyle birtakım hukuki sonuçlar doğurur. Akid tek taraflı veya iki taraflı borçlar doğuran hukuki bir işlem olduğundan öncelikli olarak akdi yapan tarafların akidden doğan borçları söz konusu olur. Söz gelimi satım akdinde satıcının malı (mebi‘) teslim, alıcının da bedeli (semen) ödeme borçları doğmuş olur. Akid temsil yoluyla yapılmışsa temsilciler, alacaklılar ve bazı durumlarda üçüncü şahıslar da akdin hukuki sonucuyla ilgili olabilmektedir. İslam hukukunda akid serbestisi ilke olarak kabul edildiğinden akid, tarafların kanunu mesabesinde görülmüştür. Bu itibarla da akdin en tabii hukuki sonucu akde konu olan borçların ifasıdır. Akidde borcun ifası birtakım genel kurallara tabi ise de her bir akid türüne göre de farklılık gösterebilmektedir. Satım gibi doğrudan mülkiyeti nakleden akidlerde, tarafların mülkiyeti nakil borcu değil teslim ve tesellüm borcundan söz edilir. Akidden sonra ve teslimden önce akid konusu malda meydana gelen artışlar da yeni malike aittir. Malın menfaatini (kullanım) nakleden akidlerde ise ifa, menfaatin tahsisi ile mümkün olur. Söz gelimi, kira akdinde kiralanan evin kiracıya teslimi, iş akdinde işçinin emeğini işverenin emrine tahsisi gerekir. Bu tür akidlerde tahsis yeterli olup kullanım ve çalışmanın gerçekleşmesi şart değildir.

    Karz gibi zimmet borcu yükleyen akidler, borçlunun zimmetinin talep ve geri istemeye muhatap olması yükümlülüğünü getirir. Talep halinde borçlunun veya temsilcisinin ödemede bulunması gerekir. Borcun teminat altına alınmasını amaçlayan kefalet, rehin gibi akidlerde de ifa, yine bu akidlerin yapı ve maksadına uygunluk taşır. Hukuk doktrininde belirlenen genel kuralların dışında ifa ile ilgili ayrıntılı hükümlerin kaynağı ise taraflar arası anlaşma şartlarıdır. Belli bir bölgeye ve iş koluna ait teamül de yardımcı bir unsur olarak devreye girebilir.

    Akidden doğan borcun yerine getirilmemesi veya geciktirilmesi halinde ilgili tarafın akdi mesuliyeti söz konusu olur. Genellikle uğranılan zararın tazmini şeklinde kendini gösteren ve akidden doğan bu hukuki sorumluluk için şu üç hususun gerçekleşmiş olması gerekir: 1. Hukuken geçerli bir akidden doğan ifa borcunun yerine getirilmemesi veya geciktirilmesi. 2. Akdin karşı tarafının bundan zarar görmüş olması. 3. Zararın kusurlu bir davranış sonucu doğmuş olması.

    f) Akdin Sona Ermesi

    Akdin sona ermesinin en tabii yolu, tarafların akidden doğan borçlarını karşılıklı olarak ifa etmeleridir. Fasid akdin feshedilmesi veya akid konusu ortadan kalkıp yerine makul bir ikamenin de mümkün olmaması halinde akdin kendiliğinden sona ermiş olması da (infisah) akdi sona erdirir. Batıl akid hukuken varlık kazanamadığından sona ermesinden de söz edilemez.

    Tek taraflı veya iki taraflı olarak bağlayıcı karakterde olmayan kefalet, rehin, vedia, ariyet, vekalet, karz, hibe gibi akidlere tek taraflı irade ile son verilebilir. Akdin hile, ikrah, fahiş fiyat, aldatma gibi kusurlar veya görme muhayyerliği, ayıp muhayyerliği ve şarttan kaynaklanan muhayyerlikler sebebiyle bozulabilmesi de mümkündür. Sağlam olarak doğmuş bir akdin henüz ifa edilmeden geriye dönük olarak bozulup hükümsüz hale getirilmesi satım, kira, sulh gibi akidlerde kural olarak mümkünse de evlenme, boşama, ıtk gibi hukuki işlemlerde bu kabul edilmemiştir.

    Akdin tek taraflı irade ile bozulması (fesih) ancak sınırlı hallerde kabul edilip akidlerde devam ve güvenilirlik korunmaya çalışılırken, buna karşılık diğer tarafa karşı ifayı durdurma ve akid konusu malı veya bedeli elinde tutma (hapis) hakkı tanınmıştır. İslam hukuk doktrininde bu konuda geliştirilen görüş ve tedbirler temelde hukuki işlem ve ilişkilerde açıklık ve dürüstlüğü sağlama, güven ortamı oluşturma, insanların verdikleri söz ve taahhütleri yerine getirmesini sağlama, fakat bu yüzden ortaya çıkacak haksız zarar ve kazançlar varsa ona da engel olma şeklinde sıralanabilecek birtakım genel amaçlara yöneliktir. Akidlerle ilgili hukuki düzenlemeler genelde İslam hukukçularının ve hukuk ekollerinin görüş, bilgi ve tecrübelerine dayandığından şahıslara, dönemlere ve hukuk ekollerine göre ayrıntıda birçok farklı doktriner görüşe rastlamak mümkündür.

    g) Akid Çeşitleri

    İslam hukukçularının ve hukuk ekollerinin hem teori hem de pratik yönüyle ayrıntılı olarak inceleyip geliştirdiği borçlar hukuku, asırlarca süregelen uygulamanın da katkısıyla zengin bir muhtevaya kavuşmuş, bu arada toplumda ihtiyaç duyulan ve uygulanagelen akidler ve borç ilişkileri belli isimler altında terimleşerek hukuk literatüründe yer almıştır. Ancak İslam hukukunda “isimli akid” telakkisi mevcut olmayıp gerek isimlendirme gerekse kuruluş ve hükümleri itibariyle akid serbestisi ilkesi kabul edilmiştir. Akid serbestisi veya akid hürriyeti, ferdin akid yapıp yapmama, akdin mahiyet, muhteva ve şartlarını dilediği tarzda belirleme serbestisini ifade eder. Bunun için de akdin kuruluşunda tarafların iradesi esas alınmış, şekil şartları asgari seviyede tutulmuş, taraflara -kamu düzeni ihlali olmadığı sürece akdin işleyişini, hüküm ve sonuçlarını dilediği tarzda düzenleme serbestisi getirilmiştir. İslam hukuk doktrininde hakim olan bu anlayış sebebiyle, sonraki dönemlerde yeni isimler altında farklı akidlerin ortaya çıktığı, dinin temel ilke ve esaslarını ihlali konu olmadığı sürece yeni isim ve kapsamlı akidlerin de borçlar hukukunda incelemeye alındığı görülür.

    Ele alınan ve bir bakıma klasik bir adlandırma ve yapı kazanmış bulunan akidler ve hukuki işlemler çeşitli yönlerden bazı sınıflandırma ve ayırımlara tabi tutulabilir. Sıhhat yönünden akidler sahih, fasid ve batıl akid şeklinde üçlü, bağlayıcılık yönünden lazım-gayri lazım, işlerlik ve yürürlük açısından ise nafiz-mevkuf şeklinde ikili tasnife tabi tutulur. Ariyet, vedia, karz, hibe ve rehinden ibaret beş tür akid, bir aynın (mal) teslimi ile tamamlandığından ayni akidler olarak anılır. Buna karşılık satım, kira, sulh, evlenme gibi birçok akid ise sadece icap ve kabul ile tamamlanır.
    Akid konusunun bir karşılığı bulunduğu için satım, kira, sulh gibi akidler “ivazlı akidler” olarak adlandırılır. Buna karşılık hibe, ariyet, vasiyet gibi akid ve hukuki işlemler ise “ivazsız akidler” grubunda yer alır. Akidler, ilgili tarafın ödeme sorumluluğunun bulunup bulunmamasına göre de üçlü bir ayırıma tabi tutulur. Satım, sulh, karz gibi akidlerde akid konusu malı teslim alan taraf tazmin etme veya meydana gelen zarara katlanma sorumluluğunu da taşıdığından “daman akidleri” şeklinde isimlendirilir. Buna karşılık vedia, ariyet, şirket, vekalet gibi akidler “emanet akidleri” olarak adlandırılır ve bu akidler temelde güvene dayandığından karşı tarafa teslim edilen mal emanet hükmündedir. Kusurlu ve aşırı davranışı bulunmadığı sürece bu malda meydana gelen zararı ödemezler. Kira akdi ise her iki yönü de bulunduğundan bu ayırımın üçüncü türünü oluşturur.
    Akidler taşıdıkları amaçlar itibariyle de belli ayırım ve adlandırmaya tabi tutulur. Satım ve kira gibi mal veya menfaatin el değiştirmesi amacını taşıyanlar “temlik akidleri”, mudarebe ve şirket akdi gibi ortaklık amacına yönelik olanlar “şirket akidleri”, kefalet ve rehin gibi alacak ve ifayı güvence altına almayı amaçlayanlar “teminat akidleri”, vekalet akdinde olduğu gibi fiil ve tasarrufta bir kimsenin yerini bir başkasının alması amaçlanıyorsa “temsil akidleri”, vediada olduğu gibi bir mal veya hakkın koruma altına alınmasına yönelik olanlar ise “muhafaza akidleri” olarak adlandırılır. Satım gibi yapıldığı anda ifa olunan “müddetsiz akidler”in yanı sıra kira gibi belli bir süre için geçerli “müddetli akidler” de söz konusudur.
    İslam hukukunda kural olarak şekilsiz ve isimsiz akid ilkesi hakimse de, gerek tarafların ve gerekse üçüncü şahısların haklarını koruyabilmek için bazı akidlerde şekil şartı da aranmıştır. Şahit, ilan, resmi makam ve tescil şartları itibariyle evlenme akdi, taşınmazlarla ilgili mülkiyet, irtifak, rehin gibi akidler “şekli akidler” olarak sayılabilir. Diğer akidler ise genelde “rızai akidler” olarak anılır. Bununla birlikte akidlerin tabi tutulacağı şeklin, toplumun içinde bulunduğu şartlarla ve kamu düzeni ile yakın ilgisi vardır.