I) Hibe
Sözlükte “bağışlamak, lutfetmek, vermek” anlamına gelen hibe, İslam hukukunda “bir malın bedelsiz olarak bir başkasına temlik edilmesini konu alan akdin” adıdır. Ariyet akdinde malın kullanımının bedelsiz olarak ve geçici bir süre için bir başkasına verilmesi söz konusu iken hibede malın mülkiyetinin süresiz olarak başkasına devri söz konusudur.
Kur’an’da hukuki anlamda hibeden söz eden bir ayet bulunmamakla birlikte, geniş kapsamlı bir terim olan “sadaka” kelimesi teberru ve hibeyi de içine alır. Hibe akdinin hukuki hükümleri kısmen Hz. Peygamber’in bu konuyla ilgili hadislerine, geniş çapta da İslam hukukçularının yorum ve görüşlerine dayanır. Kur’an ve Sünnet’te cömertlik ve yardımlaşma teşvik edilmiş, Allah’ın gerçek lutuf ve bağışta bulunan (vehhab) olduğu bildirilmiş, Resul-i Ekrem de hediyeleşmeyi, hayır amaçlı olarak bağışta bulunmayı, ihtiyaç sahiplerine karşılıksız yardım etmeyi teşvik etmiştir (bk. Buhari, “Hibe”, 11; el-Muvatta’, “Hüsnü’l-huluk”, 16).
İslam hukukunda hibe akdi genelde, “bir malın bedel şart koşulmaksızın temliki” olarak tanımlanır. Hukuk ekollerinin bu tanıma yaptıkları bazı ilaveler ve ifade değişiklikleri hibeyi vasiyet, vakıf, ibra gibi benzeri hukuki işlemlerden ayırmaya yöneliktir. Hibe akdi, ariyet, vedia, karz ve rehinle birlikte “ayni akidler” olarak adlandırılır ve akdin tamamlanması için icap ve kabul yeterli olmayıp hibe konusu malın karşı tarafa teslimi gerekir. Hibe akdi, bağışta bulunanın diğer tarafa karşılıksız yardımda bulunması amacı taşıdığından “teberru akidleri”, malın mülkiyetini karşı tarafa geçirdiği için de “kazandırıcı (temliki) akidler” grubunda yer alır.
İslam borçlar hukukunda akdin kuruluşu ve hukuken geçerliliği için aranan genel şart ve kurallar hibe akdi için de geçerlidir. Bu itibarla bağışlama anında akid konusu malın mevcut olması, malum ve muayyen olması, bağışlayana ait bulunması, tarafların veya kanuni temsilcilerin ehliyeti ve akde rızasının bulunması gibi şartlar aranır (bk. Mecelle, md. 856-860). Hibe akdi kural olarak herhangi bir şekil şartına tabi değilse de, hibe edilen malın karşı tarafa teslimi akdin tamamlanması için şart olduğundan (Mecelle, md. 837) bir bakıma teslim ve kabz hibenin şekil şartı konumundadır. İslam hukukçularının çoğunluğuna göre bağışlayan malı teslim etmediği, diğer taraf da malı kabzetmediği sürece bağışlayan akidden dönebilir. Teslim ve kabzdan sonra ise akid bağlayıcılık kazanır, geri dönüş belli şartlar hariç kural olarak caiz olmaz. Maliki ve Zahiri hukukçulara göre ise, hibe akdinin bağlayıcılığı için icap ve kabul yeterlidir. Hanefiler’in hisseli mallardaki hissenin hibesini caiz görmemeleri teslim ve kabzın mümkün olmamasıyla açıklanır.
Hibenin herhangi bir karşılık veya şart ileri sürülerek yapılması da geçerlidir (Mecelle, md. 855). Ancak bu durumda akid, Hanefiler’e göre başlangıç itibariyle hibe, sonuç itibariyle satım akdi sayılır. Çoğunluk ise bu durumda akdin satım hükmünde olacağı görüşündedir. Mecelle şartlı hibeye örnek olarak, ölünceye kadar kendisine bakması veya belli bir borcunu ödemesi şartıyla bir şahsa bir malın bağışlanmasını kaydeder (md. 855). Karşı taraf şarta uyduğu sürece bağışlayanın bağışından dönme hakkı yoktur.
Klasik İslam hukuk doktrininde rücu şartıyla yani bağışlanan şeyin belli şartlarda bağışlayana geri dönmesi şartıyla hibe konusu da ele alınmış ve bu konuda umra, rukba ve sükna terimleriyle ifade edilen belli modellerin caiz olup olmadığı veya ne ölçüde caiz olduğu tartışılmıştır.
Bir kimseye yaşadığı sürece onun olması, öldükten sonra da geri dönmesi şartıyla bir malın verilmesi “umra” olarak adlandırılır. İslam hukukçularının çoğunluğu bu tür bağışlamalarda o şahıs ölse bile malın bağışlayana geri dönmeyeceği görüşündedir. Diğer bir ifadeyle bağış akdi geçerli fakat öldükten sonra malın geri dönmesi şartı geçersiz sayılmaktadır. Gerekçe olarak da temlikin sürekli olması gereğinden söz ederler. Başta İmam Malik olmak üzere bir kısım hukukçular ise şartı da caiz görerek, lehine bağış yapılanın ölümü halinde malın bağışlayana veya mirasçılarına geri döneceğini söylerler. Son dönemlerde hem doktrin hem de uygulamada ikinci görüşün ağırlık kazandığı görülür. Bir şahsa yaşadığı sürece kullanması, mesela oturması için bir malın bağışlanması (sükna) halinde ise temlikten ziyade ariyet ve ibaha söz konusu olduğundan İslam hukukçuları, bu tür akdin ve şartın caiz olduğu, mülkiyetin bağışlayanda kaldığı, diğer tarafın ölümü halinde malın geri döneceği görüşündedir. Bir şahsa bir malın bağışlanması, bağışlayandan önce ölmesi halinde malın bağışlayana geri dönmesinin şart koşulması (rukba) ise daha karmaşık bir yapıda olduğundan caiz olup olmadığı tartışılmış, Hanefi ve Malikiler böyle bir hibeyi caiz görmezken Şafii ve Hanbeliler caiz görmüş fakat şartı geçersiz saymışlardır.
Usulüne uygun biçimde yapılmış, teslim ve kabz ile de tamamlanmış hibe akdinden dönmek kural olarak caiz değildir. Ancak Hanefiler ve Zeydiler bağışlayanın hibesinden haklı ve geçerli bir nedenin bulunması ve hakimin de bunu onaylaması şartıyla dönebileceği görüşündedir. Bununla birlikte Hanefiler de hibenin kan hısımları ve sıhri hısımlar arasında yapılması, bir karşılık ve şarta bağlanmış olması, hayır ve sevap amaçlı olması, malda karşı tarafın tasarrufta bulunmuş olması, taraflardan birinin ölümü gibi durumlarda bağışlayan tarafın rücu hakkının olmadığı görüşündedir (bk. Mecelle, md. 864-876). Şartlı olarak yapılan bağışlamalarda şartın yerine getirilmemesinin başlı başına rücu sebebi olacağı ise açıktır.