C) İne Satışı
En yaygın tanımlamaya göre ine, “bir malın belli bir fiyat karşılığında vadeli olarak satılıp, satılan fiyattan daha düşük bir fiyatla geri satın alınması”dır. Aynı işlemin, araya üçüncü bir kişi sokularak yapılması da ine satışı kapsamında değerlendirilmektedir. Böyle bir usulün genelde faiz yasağını aşmak ve vadeli kredi temin etmek isteyen kimseler tarafından kullanılmakta olması, ine satışını normal bir alım satım olmaktan çıkarıp faizle yakından ilişkili hale getirmekte, bunun için de fıkıh kültürümüzde konu bu çerçevede ele alınmaktadır.
İslam hukukunda konular incelenirken kişilerin maksat ve niyetlerinden ziyade davranışların dışa akseden objektif görüntülerinin esas alındığı, hukuki işlemlerin mümkün olduğu ölçüde objektif ve açık kurallara bağlandığı bilinmektedir. Çünkü hukuki hayatta düzen ve istikrarın kurulabilmesi, üçüncü şahısların haklarının korunabilmesi bir ölçüde buna bağlıdır. Fakat fıkıhta davranışların dayandığı niyet ve saik de ihmal edilmemiş, en azından hükümler diyani-kazai ayırımına tabi tutularak, bir hukuki işlemin şeklen hukuka uygunluğunun kişilerin Allah katında sorumluluktan kurtulmada yeterli olmayabileceği, zira Allah katında kişilerin iç irade ve düşüncelerinin de önemli olduğu ısrarla vurgulanmıştır. İslam hukukunda ine satışının caiz olup olmadığına ilişkin tartışmaları bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekir.
İne satışı İslam hukukunda, akidlerde şekil şartlarının mı tarafların gerçek niyet ve maksatlarının mı esas alınacağı, akdi yapanların kasıt ve niyetinin akde etki edip etmediği, yasak olan bir sonuca meşru birtakım yollardan gidilerek ulaşmanın yani hile-i şer‘iyyenin caiz olup olmayacağı gibi açılardan ele alınıp tartışılmıştır. Hanefi hukukçular, prensip olarak niyet ve kastın, akdin sıhhatine etki etmeyeceğini kabul ettikleri, hile-i şer‘iyyeye uygulamada sıklıkla başvurdukları ve akdi ilişkilerde prensip olarak akdin rüknünün kusursuz bir şekilde mevcut olmasını yeterli gördükleri halde, Hz. Aişe’nin bu meseleye ilişkin bir sözünü dikkate alarak ine yoluyla satımın caiz olmayıp fasid olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Hanefi hukukçuların bu konudaki dayanağı Hz. Aişe’den nakledilen şu haberdir: “Bir kadın Hz. Aişe’ye gelerek, ‘Benim bir cariyem vardı. Bunu Zeyd b. Erkam’a vadeli (veresiye) olarak 800 dirheme sattım. Sonra da aynı cariyeyi Zeyd b. Erkam’dan 600 dirheme peşin olarak satın aldım ve parasını ödedim. Şimdi benim ondan 800 dirhem alacağım var’ dedi. Aişe, ‘Ne kötü satım yapmışsın ve ne kötü satın alma yapmışsın! Git, Zeyd’e haber ver; Allah onun Hz. Peygamber’le birlikte yaptığı cihadı iptal etti. Ancak, tövbe ederse o başka’ diye cevap verdi. Kadın bunun üzerine Aişe’ye, ‘Ana paramı alıp fazla kısmı iade etsem olur mu?’ diye sordu. Aişe de, ‘Kime rabbinden bir öğüt gelip vazgeçerse, daha önce yaptıkları kendinedir’ (elBakara 2/275) mealindeki ayeti okudu” (Abdürrezzak es-San‘ani, el-Musannef, VIII, 184-185; Şevkani, Neylü’l-evtar, V, 206).
Hz. Aişe’nin sözünün bu görüşe dayanak kılınması şöyle açıklanır: Hz. Aişe’nin böyle bir satım akdi yapan Zeyd b. Erkam hakkındaki ağır ifadesi, yani dinden dönme dışında bir davranış sebebiyle o zamana kadar yaptığı taatlerin boşa gideceğini belirtmesi, akıl ve rey ile bilinebilecek bir konu değildir. Öyleyse Hz. Aişe bunu, Hz. Peygamber’den duymuş olmalıdır. Bu da, Zeyd’in yaptığı akdin fasid olduğunu göstermektedir. Çünkü fasid akid bir masiyettir. Diğer yandan Hz. Aişe bu akdi, “kötü bir satma ve kötü bir satın alma” olarak nitelemiştir. Bu vasıf, fasid akde uygun düşen bir vasıftır.
Hanefi hukukçuların bu konudaki temel gerekçeleri Hz. Aişe’nin sözü olmakla beraber, bazı Hanefiler söz konusu akidde “riba şüphesi” bulunmasını da caiz olmama gerekçesi olarak göstermişler ve bu hususu da şu şekilde açıklamışlardır: İkinci akiddeki fiyat (semen), gerçekte ilk akiddeki fiyatın bedelidir. Hal böyle olunca, muavazalı (karşılıklı ivazların değişimini sağlayan) bir akid olan satım akdinde, birinci fiyatın ikinci fiyattan fazla olan kısmına hiçbir bedel tekabül etmemektedir ki, bu da ribanın tanımı ile uyuşmaktadır. Her ne kadar bu riba, iki akdin bütünü ile sabit olmakta ve akidlerden biriyle, riba değil sadece riba şüphesi sabit olmakta ise de bu gibi konularda “şüphe”, “hakikat” hükmünde tutulur.
Bunun yanında, ine ile ilgili olarak şöyle bir hadis daha nakledilmektedir: İbn Ömer, “Ne zamana kaldık! Eskiden hiçbirimiz kendisinin dirhem ve dinarının müslüman kardeşinden daha layık olduğunu düşünmezdi. Şimdi ise dirhem ve dinar, her birimize müslüman kardeşinden daha sevimli gelmeye başladı” dedikten sonra Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Dirhem ve dinar konusunda cimrilik edip de alım satımlarınızı ine yoluyla yaparsanız, ineklerin kuyruğuna yapışıp ekip-biçme ile yetinirseniz ve cihadı terkederseniz Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize dönmedikçe bu zilleti sizden kaldırmaz” (Ebu Davud, “Büyu‘”, 56; Müsned, II, 84).
Hanefi hukukçular bu akdin, yerleşik kuraldan (kıyas) hareketle değil, Hz. Aişe’nin sözü (eser) sebebiyle fasid sayıldığını, Hz. Aişe’nin sözünde ise yalnızca “sattığı fiyattan daha ucuza satın alma”nın ifade edildiğini ileri sürerek, bir kimsenin sattığı bir malı, henüz parası ödenmeden, sattığı fiyattan daha yüksek fiyata satın almasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Yine Hanefi ekolünde, müşteri satın aldığı malın bedelini ödedikten sonra, satıcının aynı malı daha yüksek fiyata geri satın almasında sakınca görülmemiştir. Çünkü bu durumda iki akiddeki iki fiyatın birbirine bedel olma durumu söz konusu değildir.
Malikiler meseleye sedd-i zerayi‘ ilkesi, yani kötülüğe giden yolları kapatma prensibi açısından bakmışlar ve dış görünüşü itibariyle mubah olduğu halde faize götürdüğü için ine satımını caiz görmemişlerdir. Hanbeliler’den İbnü’l-Kayyim, konuyu hile açısından ele almış ve tarafların sahih bir akid görüntüsü altında meşru olmayan kasıtlarını sakladıklarını öne sürerek böyle bir akdin caiz olamayacağını söylemiştir.
Malikiler’in yaklaşımı ile Hanbeliler’in yaklaşımı arasında ince bir farkın bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Malikiler, inenin haram olan ribaya götürebilecek bir vasıta olarak kötüye kullanılabileceğinden ve tarafların bu töhmet altında bulunacağından hareketle ine satımını yasaklarken, Hanbeliler, özellikle İbnü’l-Kayyim, tarafların zaten asıl niyetlerinin faizli işlem olduğuna ve bu satımı hile olarak kullandıklarına adeta kesin gözüyle bakmıştır.
İne satımını caiz görmeyen ekollerde, söz konusu iki satımdan hangisinin fasid olduğu ve feshedilmesi gerektiği konusu da tartışılmıştır. Hanefi ekolünde daha ziyade ikinci akdin fasid olduğu ifade edilirken, Maliki ve Hanbeli ekollerinde ağırlıklı görüş her iki akdin de fasid olduğu ve feshedilmesi gerektiği yönündedir.
Şafii ise, akdin sıhhat şartlarının mevcut olup onu fasid kılacak şartların bulunmadığı noktasından hareketle ine satımının sahih olduğunu söylemiştir. Şafii, tarafların niyetlerini hiç dikkate almamış, akdin şekil şartlarını taşıyor olmasını yeterli görmüştür. Şafii’nin sadece açığa vurulmuş kasta itibar edip, niyete itibar etmeme şeklindeki eğilimi, bu meselede açıkça görülmektedir. Şafii, Hanefiler’in gerekçe olarak kullandıkları Hz. Aişe’ye nisbet edilen haberi de sabit görmemektedir. Ayrıca Şafii hukukçular, inenin cevazı konusunda, konuya delaleti açık ve tam olmayan başka bir hadisi gerekçe göstermişlerdir (Buhari, “Büyu‘”, 89; “Vekale”, 3; Müslim, “Müsakat”,18; el-Muvatta’, “Büyu‘”, 20, 21).
Gerek Hz. Aişe’den yapılan rivayet gerekse İbn Ömer’in sözü, eğer rivayetler sahih kabul edilirse, ine yoluyla alım satımın o dönemlerde mevcut olduğunu göstermekte ise de onların göstermelik akid yapma kastı taşımadıkları, ihtiyaca ve şartlara göre bunu yaptıkları düşünülmelidir. Olayın şöyle cereyan etmiş olması mümkündür: Zeyd, o kadından vadeli olarak bir cariye satın almış, fakat bir müddet sonra başka bir şey için kendisine para lazım olmuş ve cariyeyi ilk sahibine peşin ve daha ucuza satmayı teklif etmiş ve o da kabul etmiş olabilir. Eğer o kabul etmeseydi, Zeyd o cariyeyi başka birine satmak durumunda kalacaktı. Bu çerçevede cereyan eden akdin meşru olduğunda kuşku yoktur. O halde denilebilir ki, önceden koşulan bir şarta bağlı olmaksızın yapıldığı takdirde bu işlemin meşru olmaması için hiçbir sebep yoktur. Ancak, bu işlem faizi gölgeleme amacıyla yaygınlaştırılır ve kurumlaştırılırsa, diğer üç ekol açısından caiz görülmesi mümkün değildir. Hatta, bu durumda faize ulaşma kastı artık açığa vurulmuş sayılacağından bu işlem, Şafii ekolü açısından da meşruiyetini yitirmiş olur.
İne yoluyla satım, terminolojideki yaygın ve teknik kullanımı bu olmakla birlikte, özellikle Maliki hukukçular, benzer bazı satımları da ine satımı kapsamında değerlendirmişlerdir. İbn Rüşd bu noktada ineyi caiz, mekruh ve haram olmak üzere üç kısma ayırmıştır.
a) Caiz olan ine şöyle devam eder: “A, B’ye gidip, sende şu mal varsa satın alacağım der. B, şu anda o malın bulunmadığı”nı söyler, fakat akabinde A’ya, sorduğu malı satın aldığını, dilerse peşin veya vadeli olarak satabileceğini haber verir. Bu şekildeki işlem caizdir. Tarafların birbirlerine herhangi bir taahhüdü yoktur. A malı dilerse alır dilerse almaz.
b) Mekruh inenin şekli şöyledir; A, B’ye giderek, filan malı kendisi için satın almasını, kar oranı üzerinde anlaşmaksızın kendisinin o malı ondan bir miktar kar vererek satın alacağını söyler. Bu işlem, mekruhtur.
c) Haram ine ise, aynı işlemin kar oranı üzerinde önceden anlaşılarak yapılmasıdır. Şöyle ki; A, B’ye “Filan malı peşin 100 liraya satın al, ben o malı senden vadeli olarak 120 liraya satın alayım” der ve akid bu suretle yapılmış olur. Diğer İslam hukuk ekollerinde pek söz konusu edilmeyen bu işlem, Maliki hukuçularca caiz görülmemiştir. Maliki hukukçular tarafından söz konusu edilen bu muhtevadaki ine, günümüzde “leasing” olarak adlandırılan sisteme benzemektedir.
İne kapsamı içerisinde değerlendirilen şöyle bir işlem daha vardır: İhtiyaç sahibi olan şahıs, daha iyi durumda olan birinden borç ister. Fakat bu şahıs, bir menfaat elde etmeden borç vermek istemez ve şöyle der: “Sana borç veremem. Fakat, piyasa değeri 100 lira olan şu malı sana 120 liraya vadeli olarak satarım, sen de bunu götürüp 100 liraya satarsın”. Borç isteyen şahıs buna razı olunca işlem gerçekleşmiş olur (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, V,273). Ancak, bu tür işlem terminolojide “tevarruk” olarak adlandırılmakta olup (bk. İbn Kayyim, İ‘lamü’l-muvakkı‘in, III, 170, 200) Hanbeli ekolü dışındaki ekollerce genelde caiz kabul edilmektedir. Fakat bu işlem, açıkça zor durumda bulunan birinin bu durumundan yararlanma olduğundan dinen mekruh sayılmıştır.
Bu hukuki yaklaşımlar yanında meslenin bir de dini-ahlaki boyutu vardır ki o da, özellikle İbn Ömer hadisinde açıkça görüldüğü üzere, müslümanların aralarındaki sosyal yardımlaşmayı herhangi bir maddi yarar sağlama düşüncesi olmaksızın gerçekleştirmeye çalışma yönündeki vecibeleridir. Bu itibarla, kişinin dini açıdan içine sindiremeyeceği dolambaçlı yollara başvurmasını önlemenin tabii yolunun, toplumda ihtiyacı olanların faizsiz kredi kullanabilmelerine imkan verecek kurumları ve iktisadi yapıyı oluşturup geliştirmekten geçtiği, bunu gerçekleştirmenin de başta zenginler olmak üzere bütün müslümanlar için kaçınılmaz bir görev olduğu unutulmamalıdır.