B) Satım
Mülkiyeti nakleden akidlerin en yaygını olan satım (bey‘), genel olarak, malı mal karşılığında özel bir biçimde değişmek olarak tanımlanmaktadır. Bu değişme insanın tabiatına uygundur. Çünkü, aslında alan da satan da bir ihtiyacın sahibidir. İhtiyaç sahibi olan kişi, ihtiyacı doğrultusunda ve ihtiyacına göre tasarrufta bulunacaktır. Karşılıksız vermek ihtiyaç sahibinin durumuna uygun düşmez. Bu yönüyle muavazalı yani karşılıklı bedel esasına dayalı akidler en güzel muamele şekli sayılmıştır.
Satım denince ilk akla gelen, malın nakit karşılığında satımıdır. Ancak, malı mal mukabili değişme anlamındaki “trampa”, nakdin nakit ile değişimi anlamındaki “sarf” ve daha sonra teslim edilecek bir malın peşin para mukabilinde satımı demek olan “selem” de geniş anlamda satım akdi kapsamında düşünülmüştür.
Gerek Kur’an’da gerekse Sünnet’te insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için yapmak zorunda oldukları bir işlem olan alım satımın caiz olduğunu gösteren ifadeler bulunmakla birlikte, esasen bu ayet ve hadisler, doğrudan bu işlemin cevazını göstermek gayesiyle değil, onun meşruiyet şartlarına genel çizgilerle işaret etmek ve yapı itibariyle alım satıma benzemekle beraber muhteva itibariyle benzemeyen faiz gibi işlemlerden farklı olduğunu göstermek amacıyla sevkedilmiştir. Nitekim, “Allah alım satımı helal, ribayı ise haram kılmıştır” (el-Bakara 2/275) mealindeki ayette asıl anlatılmak istenen husus, alım satımın helalliği değil, onun ribadan farklı olduğudur. Aynı şekilde, “Mallarınızı haksız yere değil, ancak karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret yoluyla yiyin” (en-Nisa 4/29) mealindeki ayet de hukuki işlemlerin caiz olduğunu belirtmekten çok, zaten yapılagelmekte olan bu hukuki işlemlerin, özelde alım satımın, genelde bütün akidlerin en temel şartının “karşılıklı rıza” olduğunu ifade etmektedir.
İslam hukukçuları da bu temel noktadan hareketle alım satımın meşru olabilmesi için gereken rükün ve şartlarla ilgili ayrıntılı bir hukuk doktrini geliştirmişler ve akid teorisini adeta model akid olarak ele alınan satım akdi üzerinde örneklendirerek ortaya koymaya çalışmışlardır. Diğer akidlerde olduğu gibi, satım akdinin de kurulabilmesi için akdin temel unsurlarının, yani taraflar, konu ve irade beyanının birtakım şartları bulundurması gereklidir. Hanefi ekolünde, “Satım akdinin yegane rüknü, irade beyanının, ehlinden akdin konusuna izafe edilerek sadır olmasıdır” şeklinde formüle edilen ifade, bu temel unsurlara işaret etmektedir. Satım akdinde taraflar “satıcı” (bayi‘) ve “alıcı” (müşteri) adını, konu da “mebi‘” adını alır. İrade beyanı ise, diğer akidlerde olduğu gibi, tarafların rızalarını gösteren icap ve kabuldür.
Satım akdinin kurulabilmesi için tarafların alım satıma ehil olmaları yani temyiz kudretine sahip bulunmaları gerekir. Bu bakımdan, gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastası gibi temyiz gücüne sahip olmayan kişilerin alım satımları batıl olur.
Satıma konu olan malın mevcut, teslimi mümkün ve hukuken geçerli (mütekavvim) bir mal olması da şarttır. Burada satılan malın mevcudiyetinden maksat, var olmasında ve tesliminde aşırı risk bulunmaması olarak açıklanabilir. Mütekavvim olması ise, malın ekonomik değerinin bulunması ve yararlanmanın hukuken serbest bırakılmış olması demektir.
Akdin tam anlamıyla meşruluk kazanması için kuruluş şartları yanında geçerlilik ve işlerlik şartlarını da bulundurması aranır. Kuruluş şartlarını taşımayan satım akdi “batıl”; geçerlilik şartlarını taşımayan satım akdi “fasid”; işlerlik şartlarını taşımayan satım akdi ise “mevkuf” olur.
Kur’an’da borçlanmaların ve bu arada alışverişin yazı veya şahitle, bazan her ikisiyle birlikte tevsik edilmesi istenmekte (el-Bakara 2/282-283), buna imkan bulunamadığında rehin bırakabileceği bildirilmektedir. Bundan hareketle olmalıdır ki, tabiin döneminin büyük hukukçularından Şa‘bi, alım satımın “yazılı ve şahitli satım”, “rehinli satım” ve “güven esasına dayalı satım” olmak üzere üç çeşidi bulunduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Şa‘bi, İbn Ömer’in nasıl alım satım yaptığı ile ilgili olarak şunları söylemiştir: “İbn Ömer, alım satımı peşin para ile yaptığı zaman şahit tutar, veresiye yaptığı zaman ise hem yazar hem de şahit tutardı” (İbnü’l-Arabi, Ahkamü’l-Kur’an, I, 258). Klasik dönem fakihlerinin çoğunluğu, dönemlerindeki gelenek ve imkanları da göz önünde bulundurarak, ayetteki yazışma ve şahit tutma emrinin tavsiye niteliğinde olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte taraflar arasında bir çekişmenin baş göstermesi, bir hakkın ihlaline yol açması gibi bir ihtimal söz konusu olduğunda yazışma ve şahit tutma dini bir yükümlülük haline de gelebilir.
a) Yasaklanan Satım Çeşitleri
İnsanlar arasında cereyan eden borç ilişkilerinin en eski ve yaygını olan satım akdi, belli bir ihtiyacı gidermenin en tabii yollarından biri olduğu için tabiatı gereği ve kural olarak caiz ve mubahtır. Ancak dinin ve hukuk düzeninin insan ilişkilerinde hakim kılmak istediği bazı prensipler, korumak istediği yararlar sebebiyle bazı satım çeşitlerinin yasaklandığı veya kısıtlandığı görülür. Bu konuda getirilen yasaklama ve kısıtlamaların önemli bir bölümü Hz. Peygamber’in hadislerinde yer almış, bir bölümü de bu hadisler etrafında geliştirilen fıkhi yorumlar sonucu elde edilmiştir. Fakat burada, getirilen yasağın isim ve şeklinden ziyade dayandığı ilke ve gözettiği amacın daha önemli olduğunu, bu zengin bilgi birikiminin günümüz toplumlarına uyarlanmasının da ancak böyle bir bakış açısıyla mümkün olacağını belirtmek gerekir. Yasaklanan satım şekilleri genel hatlarıyla şu şekilde gruplandırılabilir: