Hukuki ve Ticari Hayat



    P) Yargılama Hukuku

    Devletin üç temel fonksiyonundan biri olan yargı (kaza), toplumda haksızlık ve suistimali önleyip adaleti hakim kılmada, fertlerin ve toplumun haklarını güvence altına alıp hukuk düzeni içinde sosyal barışı sağlamada vazgeçilmez bir önem ve etkinliğe sahip bir kurumdur. İslam’ın insan ilişkilerinde, hukuki ve sosyal hayatta geçerli olmasını önerdiği ilkeler ve gösterdiği hedefler de ancak hak ve adalet esasına göre işleyen bir yargı teşkilatı ve yargılama hukuku ile mümkün hale gelir. Çünkü dinin, ferdin iç dünyasına, niyet ve iradesine yönelik telkini ve iyileştirmesi, ferde uhrevi sorumluluk bilinci vermesi her zaman yeterli olmayabilir. Ayrıca onun dışa akseden ve üçüncü şahısları da ilgilendiren davranışlarının belli bir hukuki denetim ve düzenlemeye tabi tutulması da gerekir. İşte bunu yargı teşkilatı ve yargılama hukuku sağlar. Fıkıh literatüründe hükümler ferdi ve sosyal, dünyevi ve uhrevi bütün yönleriyle ele alınıp din-dünya, birey-toplum ayırımı gözetilmeksizin ferde genel bir rehberlik yapılırsa da zaman zaman, özellikle de muamelat hukukunda diyani hüküm-kazai hüküm (diyaneten-kazaen) ayırımı yapıldığı olur. Bu ayırım da netice itibariyle dinin deruni ve ahlaki yönüyle şekilci ve kuralcı yönünün birbirini tamamladığını anlatmayı hedefler.

    Kişilerin dışa akseden irade ve davranışlarıyla iç iradesinin, zahiri delillere göre verilen hüküm ile olayın gerçek yüzü arasında farklılık bulunması kaçınılmazdır. Hukukta istikrar, düzen ve güvenlik fikri, yargı kararlarının objektif ve zahiri delillere dayalı olmasını zorunlu kılar, fakat yargı önünde verilen karar ne kadar titiz bir çalışmanın ürünü olursa olsun, kişinin ahiretteki sorumluluğu bakımından vicdanen tatmin edici bir çözüm olmayabilir. Bu sebepledir ki, İslam hukukunda şahıslar arasındaki ihtilafların yargı yoluyla çözümlenmesi ilkesi getirilmiş, kişilere, yargının vermediği hakkı bizzat alma (ihkak-ı hak) hakkı tanınmamış, ancak yargı tarafından karar altına alınmayan bir borcu ödeme mükellefiyeti getirilmiş, böylece kişilerin dindarlığı da, toplumsal adaletin gerçekleşmesinin bir başka ayağı olarak görülmüştür. Nitekim Hz. Peygamber bir hadiste, “Sizler ihtilaflarınızı bana getiriyorsunuz. Muhtemeldir ki bir kısmınız diğerine göre delilini (gerçekte haksız olduğu halde) daha düzgün ifade edebilir ve ben de ondan işittiğime göre onun lehine hükmedebilirim. Bu şekilde kime kardeşinin bir parça hakkını alıp vermişsem sakın onu almasın. Zira ben (zahire göre verdiğim bu hükümle) ona ancak ateşten bir parça vermişimdir” (Müslim, “Akzıye”, 4; Tirmizi, “Ahkam”, 2) buyurmuş, İslam alimleri de devamlı olarak kendilerinin zahire göre hüküm verdiklerini, olayların gerçeğini ve sırları bilenin ise Allah olduğunu ifade etmişlerdir. Bu hadis ve ifadeler hakimin hükmünün helalı haram, haramı da helal yapmayacağını, fakat adaletin ve kamu düzeninin sağlanabilmesi için zahire göre işleyen böyle bir yargılama hukukunun da vazgeçilmezliğini ortaya koymaktadır.

    İslam kültür ve geleneğinde adliye teşkilatı ve yargılama hukuku daima özel bir öneme sahip olmuştur. Hz. Peygamber ve Hulefa-yi Raşidin toplumda bilgili, hakşinas ve ferasetli kimselerin hakim olarak görevlendirilmesine büyük önem atfetmiş ve bu ilke ileri dönemlerde de korunmaya çalışılmıştır. Çünkü toplumda adaletin gerçekleşmesinde iyi kanunlar kadar onları uygulayacak iyi hakimler de önemlidir. Hatta iyi hakimler çok daha vazgeçilmezdir. Mecelle’de hakimin “hakim, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin” olması gerektiği vurgulanarak (md. 1792) bu anlatılmak istenir. Fakat insan unsurunun taşıdığı zaafın sigortası olarak iyi bir yargılama hukukunun gelişimine de ihtiyaç vardır. Bu itibarla, fıkıh kültüründe yargılama konusunda zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur. Bu alanda yazılan “edebü’lkadi” veya “edebü’l-kaza” türü kitaplar, yargılamada adaletin tecellisi için gösterilen olağan üstü gayreti ve zengin bir bilgi birikimini yansıtır.

    İslam hukukuna göre, haksızlığa uğradığına inanan bir kimsenin bu hakkını kendiliğinden alması değil, yetkili idari ve adli mercilere başvurması gerekir. Bu, adaletin gerçekleşebilmesi ve hukuk düzeninin kurulabilmesi için en emin yoldur. Yargıya intikal eden davalarda davacı tarafın başta şahit olmak üzere her türlü delil ve belgeyi ileri sürme, davalı tarafın da karşı delil ileri sürme ve teklif edildiğinde yemin etme yükümlülüğü vardır. Bir hadiste, “Davacının davasını delil ile ispat etmesi, iddiayı reddedenin de yemin etmesi gerekir” (İbn Mace, “Ahkam”, 7; Tirmizi, “Ahkam”, 12) buyurulur. Kendisinden yemin etmesi istenen kimsenin buna yanaşmaması, aleyhinde hüküm verilmesini haklı kılar. Hakim gerçeğin ortaya çıkması için her türlü yasal tedbiri alır, araştırma yapar. İslam’da rüşvet almanın ve vermenin, yalanın, yalan yere yemin etmenin ve yalancı şahitliğin büyük günah sayılması, kul hakkı ihlalinin, gasp ve haksız fiilin ağır ve telafi edilmesi zor suç ve günahlar arasında yer alması aynı zamanda yargılamada adaletin sağlanmasına da hizmet eder. Şahitlerin güvenilir, doğru sözlü kimseler olmasının, gerektiğinde iyi halinin sabit olmasının (tezkiye) şart koşulması da böyledir. Usulüne uygun şekilde görülen ve karara bağlanan davalar kural olarak yeniden yargılama konusu olmaz ve hakimin kararı tarafları bağlar.