Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerinde zekat daima namazla birlikte zikredilmiştir. Namaz bedeni, zekat ise mali bir ibadettir. İkisine hakim olan ruh Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmaktır.

    Zekat, sadece farz diye bilinen hükümlerden biri olmayıp aynı zamanda üzerine İslam binasının inşa edildiği beş büyük sütundan biridir.



    Zekat her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah’ın emrine uyarak, O’nın rızasına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekat Allah katında kabul görebilir.

    Müslüman zekatını öncelikle yüce Allah’ın emri olduğu için öder, bu ve diğer ibadetleri O’na yakın olma, O’na şükretme amacıyla yerine getirir, böylece ahiret hayatının nimetlerine ve cennette Allah’a yakın olmaya ehil olur.

    Zekatın bu dini ve manevi hikmetleri yanı sıra toplumda sosyal adaleti sağlama, zenginlerle fakirler arasındaki maddi ve hissi uçurumları kapatıp karşılıklı sevgi ve saygı tesis etme, sosyal amaçlı gider ve yatırım alanlarından bir kısmını karşılama gibi önemli yararlar taşıdığı da açıktır. Öte yandan Hz. Peygamber ve sahabe döneminden itibaren belli malların zekatının devlet tarafından toplandığı ve bu sosyal ve kamusal alanlara harcandığı da bilinmektedir.

    Zekatın bu ikinci grupta yer alan sosyal amaçları ve kamu hukukunu ilgilendiren yönleri, öteden beri İslam alimleri arasında zekatın, aynı mal veya gelirden devlete verilen vergiden farklı olup olmadığı, vergi ile zekatın aynı şeyin iki farklı isimlendirmesi mi, yoksa tamamıyla farklı şeyler mi olduğu tartışmasının da ana sebebini teşkil etmiştir.

    Bilindiği üzere vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere devletin tek taraflı olarak ve vergileme yetkisine dayanarak, kişilerin gelir ve mallarından aldığı ekonomik değerlerdir. Başka bir tarifte vergi, devletin kamu harcamalarını finanse etmek amacıyla fert ve işletmelerden, karşılıksız olarak ve kamu hukukunun kuralları çerçevesinde aldığı paralardır.

    Bu son tarifte yer alan unsurları kısaca özetlemek gerekirse denebilir ki, vergi alma yetkisi sadece devlete aittir, ancak kamu idare üniteleri de devletin devrettiği yetkiye dayanarak vergi koyabilirler.

    Vergiyi fertler ve işletmeler hukuki zor altında öderler ve bu ödeme karşılığında devletten, vatandaşlık konumlarından doğan genel ve kamusal haklar hariç, herhangi bir hak iddia edemezler. O halde vergiden doğan hukuki ilişki bir alacak borç ilişkisidir. Bir alacak veya borcun meydana gelmesi için esas itibariyle iki tarafın bulunması gerekir. Vergi ilişkisinde taraflardan biri vergi alacaklısı, diğer vergi borçlusudur; her iki tarafın da yetki ve ödevleri kanundan doğar.

    Devletin kendinden beklenen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi için gelire ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı vergilerdir.

    Yukarıdaki açıklamaların ışığında zekat ve verginin benzer ve farklı yönleri şu şekilde sıralanabilir:

    a) Zekatın Vergiye Benzemeyen Tarafları

    1. Zekat ile vergi arasında mevcut farklar söylenirken, öncelikle zekatın Allah tarafından konulmuş, Kur’an’da yazılı kalıcı ve değişmez bir hüküm verginin ise kanunla konulup kaldırılan, açıkçası beşeri bir otoriteye dayanan bir karar olduğu gündeme getirilir ve vergi kanunlarının yürürlüğe girmesi veya yürürlükten kaldırılması şeklinin diğer kanunlardan farkı bulunmadığı söylenir.

    2. Vergi kanunla konup kanunla kaldırıldığı gibi, onun miktar ve nisbetleri de kanunla düzenlenir, gerektiğinde aynı usulle arttırılır eksiltilir.

    Zekatın nisab ve nisbetleri Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu nisab ve nisbetler Hulefa-yi Raşidin döneminde ve müteakip dönemlerde aynen korunmuş, tarih içinde hiç değiştirilmemiştir. Zekatın bu unsurlarının değiştirilmesi, onun mali bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır.

    3. Zekatın sarf yerleri ayetle belirlenmiştir. Zekatı devlet de tahsil etse, hukuki bakımdan onun durumu yetim malını elinde bulunduran vasinin durumu gibidir. Devlet ancak koruma amacı ile elinde bulundurabilir. Dilediği mal ve hizmetlere harcayamaz, zikredilen ayette gösterilen zümrelere sarfetmekle yükümlüdür. Halbuki devlet vergi gelirlerini sosyal ve kamusal alanda istediği gibi harcayabilir.

    Bu açıdan söylemek gerekirse; zekatın vergiye benzeyen yönleri dikkate alındığında onun nerelere tahsis edileceği önceden belirlenmiş tahsisi bir vergi olduğu, fertten ferde transfer edildiği zaman hem sosyal güvenlik vergisi veya primi, hem de ivazi mahiyetinde görülebileceğini söylemek mümkündür.

    Vergiler genel bütçe gelirleri içinde kaybolacağı gibi, belirli bir gaye için belirli bir verginin de tahsil edilmesi mümkündür. Eğer bir vergi, özellikle sosyal güvenlik gayesine tahsis ediliyorsa bu tahsisi bir vergidir. Zekat işte bu tür tahsisi bir sosyal güvenlik vergisi mahiyetinde görülebilir.

    Zekatın vergiye benzemeyen tarafları dikkate alındığında ise onun ibadet yönünün ağır bastığı ve vergiden farklı olduğu söylenebilir. Bu farklılık en çok hükmün kaynağı, zekata tabi mallarda nisab ve nisbetler ve zekatın sarf yerlerinde belirgin hale gelmektedir.

    b) Zekatın Vergiye Benzeyen Tarafları

    1. Zekat da vergi de toplumsal yaşamın gereklerinden olup icbaridir.

    2. Zekatı kaide olarak devlet tahsil eder ve ilgili yerlere sarfeder. Vergi tahsili de merkezi devlet idaresine veya onun yetki devrinde bulunduğu taşra kamu kurum ve kuruluşlarına aittir.

    3. Zekat mükellefi, bu farizayı yerine getirirken kendisi için özel bir menfaat gözetmez. Vergi mükellefi de vergisi karşılığında doğrudan kendisine bir menfaat beklemez.

    4. Hem zekatın hem de verginin mali hedefleri yanında iktisadi, içtimai hedefleri de vardır.

    Böyle olunca, zekat ile vergi arasında ontolojik ve aksiyolojik anlamda bir farkın bulunduğu, yani aralarında menşe ve değer hükmü bakımından fark olduğu söylenebilir. Amaçları aynı olsa bile zekat emri, ilahi kökenlidir, dolayısıyla manevi müeyyidelidir; vergi ise dünyevi bir otoritenin emridir ve müeyyidesi maddidir. Fakat, bu durum aralarında pratik ve dogmatik açıdan fark bulunduğu anlamına gelmez. Mesela, her ikisi de sosyal ve kamusal amaçlıdır. Zekatın uygulanması manevi müeyyideye, verginin uygulaması ise kanuni müeyyideye bağlanmıştır ve müeyyideye bağlılık açısından aralarında fark yoktur. Kaldı ki devlet, zekat uygulamasını daha düzenli hale getirmek için kanuni düzenleme yapacak olsa, bu fark da ortadan kalkar.

    Çağımızda zekat-vergi benzerliği veya ayrılığı konusunda bu ve benzeri mülahazalardan hareket eden İslam alimlerinin neticede iki gruba ayrıldıkları görülür.

    a) Çoğunluğa göre zekat ve vergi ayrı ayrı mükellefiyetlerdir. Devlete verilen vergi, aynı maldan verilmesi gereken zekat borcunu düşürmez. Verginin zekata benzeyen bazı yönleri bulunsa da, vergiden doğan hukuki ilişki bir borç ilişkisidir. Vergi alacaklısı vergi koyma yetkisine sahip kamu kuruluşlarıdır. Vergi borçlusu ise, vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu terettüp eden gerçek veya tüzel kişilerdir. Mükellef bu ödenmesi zorunlu vergi borcunu çıkardıktan sonra zekata matrah olan servetini hesap edip bu mali bir ibadet olan zekatını Allah’ın emrine uyarak, O’nun rızasına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.

    Bu görüşün dayandığı ana gerekçe, zekatın dini bir mükellefiyet ve ibadet, verginin ise tamamen dünyevi çerçevede kalan kamusal borç ilişkisi olduğu tezidir. Ayrıca, Hz. Ömer’in fethedilen topraklara haraç vergisi koymuş olması da, zekattan ayrı olarak vergi de konulabileceğinin delili sayılmıştır.

    Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak vatandaşlar devletin meşru giderlerine katılmak zorundadır. Devletin nimetlerinden istifade etmek vergi külfetini ödemeyi gerektirir.

    İslam hukukçularının çoğunluğu sebep ve şartları gerçekleşince devletin zekat dışında adalete dayalı vergi almasının meşru olduğunu, mükelleflerin de bunu ödemekle yükümlü bulunduklarını ifade etmişlerdir.

    b) Bazı İslam alimleri ise, zekatın sosyal amaçlarını ve kamu hukukunun bir parçası olarak devlet tarafından tahsil edilmekte oluşunu ölçü alarak ve İslam’ın zekat emrini amacı ve işlevi doğrultusunda geniş yorumlayarak zekat ile verginin esasen aynı olması gerektiğini ifade ederler. Onlara göre zekat, müslüman bireyin içinde bulunduğu toplumun kamu harcamalarına, sosyal adaleti kurmayı ve kamu hizmetlerinin en iyi şekilde ifasını hedef alan her türlü yatırım ve gidere ibadet aşk ve heyecanı içinde katılmasıdır. Kur’an’da zekata tabi malların tek tek belirtilmeyip sadece bir kısmına işaret edilmiş olması, zekat nisabının ve nisbetinin belirtilmemiş bulunması bunun bir göstergesi sayılabilir. Zekatın sarf yerlerini bildiren ayet, toplumdaki ihtiyaç sahiplerinin ilk ve en canlı örneklerini vermeyi hedeflemiş olmalıdır.

    Hz. Peygamber ve sahabe, İslam’ın bu zekat emrini o günkü müslümanların ekonomik şartlarını da dikkate alarak en iyi şekilde uygulamış ve örneklendirmiştir. Zekat borcunu hesap edip ödemenin gizli mallarda mükellefin kendisine bırakılması, açık mallarda ise devlet eliyle yapılması biraz da pratik zorunluluktan kaynaklanmıştır. Bu husus da zekatın tek bir mali ödev olduğunu, tahsil zorlukları bulunduğunda bireyin kendi sorumluluğuna bırakılabileceğini gösterir.

    Hz. Peygamber zekat tahsilini gözetilen hedefleri sağlayacak kapsamda tutmuş, zekat dışında cebri bir vergi tahsili yapmamıştır. İslam’ın fert ve toplum hayatını bütün yönleriyle, prensip itibariyle veya ayrıntıya inerek kuşatıyor olması müslüman toplumlarda genişletilmiş anlamda zekatın, kamu adına yapılan bütün mali tahsilatı temsil etmesini de zorunlu kılar.

    Batı toplumlarının vergi ödemelerinde içtenliği ve gönüllülüğü sağlayabilmek için vergiyi kutsal bir kamu ödevi olarak tanıttıkları, toplumlarını bu yönde eğitip böyle bir sağduyu oluşturmaya çalıştıkları bilinmektedir. İslam dini, toplumun imarı ve kamu yararı için adeta zorunlu olan bu mali katılımı dinin beş esası arasında yer alan bir ibadet olarak takdim etmiş, böylece müslümanlara sosyal güvenliği kurma, yönetilen-yöneten, millet-devlet arasında karşılıklı güveni, saygıyı ve sosyal barışı tesis etme, kamu giderlerine bütün bireylerin içtenlikle katılımını sağlama yönünde önemli bir imkan getirmiştir.

    Her iki görüşün de haklı gerekçeleri vardır. Zekatın toplumsal yönü inkar edilemediği gibi, zenginliğin toplumun imarı için seferber olması, bireylerin içinde yaşadıkları ve sayesinde çeşitli imkana kavuştukları toplumlarının yararı için kamu harcamalarına ibadet aşk ve heyecanıyla katılması da çağımızda fevkalade önem kazanmıştır. Bununla birlikte Kur’an’da zekatın sarf yerlerinden söz edilirken öncelikli olarak ihtiyaç sahibi şahısların gündeme getirilmesi de anlamlıdır. Bu bizlere, toplumun huzur ve mutluluğunu sağlamanın yolunun bireylerin tek tek huzur ve güvenliğini sağlamaktan geçeceğini öğretmektedir.

    Öte yandan, günümüzde gerek fertlerin vergilerini gerektiği şekilde ödemede, gerekse devletlerin serveti vergilendirmede ve topladığı vergileri yerine harcamada kamu vicdanını rahatsız edecek ölçüde mütesahil veya kusurlu davrandığı, çeşitli baskı gruplarının bütçeden pay alma mücadelesi içinde gerçek ihtiyaç sahiplerinin, kimsesiz ve yoksulların haklarının adeta unutulduğu da bir gerçektir. Bu itibarla zekat, doğrudan ihtiyaç sahibine ulaşması, toplumda sosyal dengeyi ve barışı kurmada tek başına etkili olması sebebiyle hala önem ve etkinliğini korumaktadır. Zekatın bu anlam ve önemi, bütün bireyleri kuşatacak ölçüde bir sağlık sigortası ve sosyal güvenliğin, kimsesizlik ve işsizlik sigortasının, devlet destekli sosyal dayanışmanın bulunmadığı toplumlarda daha yakından hissedilmektedir. Böyle olunca son tahlilde, söz konusu şartlar muvacehesinde zekatın vergiden ayrı düşünülmesi, zenginlerin yukarıda belirtilen usul ve esaslara göre zekat borçlarını hesap etmeleri ve onu da hak sahiplerine ulaştırmaları dini bir mükellefiyet olarak devam etmektedir.

    in Zekat Tags: zekatzekatın