D) İş ve Ticaretle İlgili Görev ve Sorumluluklar
a) Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı (el-Kasas 28/73), kural olarak insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (en-Necm 53/39) belirtilmiştir. A‘raf suresinde (7/32) dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cum‘a suresinde de (62/9) müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir. “Hiçbir kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” (Buhari, “Büyu‘”, 15) buyuran İslam Peygamber’i, dağdan odun toplama olsa bile, bir iş tutmanın başkalarına el avuç açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir (Buhari, “Zekat”, 50). Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere ister üretim, ister ticaret yoluyla olsun, İslam’da ferdi kazanma teşebbüsleri meşrudur. Özel kabiliyetlerin toplumun gelişmesine ve refahına yararlı kılınması için gerekli ortam ve şartları hazırlamak yerine, bu kabiliyetlerin icat etme, üretme ve kar etme eğilimlerinin köreltilmesi, sünnetullahın bir sonucu olan bireysel ve toplumsal fıtrat ve tabiata aykırı düşer. İslam, kendi sistemi içinde ferdi kabiliyetleri toplumun refahına ve gelişmesine yararlı kılmak için gerekli önlemleri almıştır. Hukuki ve toplumsal yaptırımlarla birlikte İslam’ın asıl tedbiri, erdemlerle donanmış insandır. Bu insanın ayırıcı özelliği ise Allah’a saygı ve insanlara sevgisidir. İslam’ın asıl meselesinin, belli bir hukuki ve iktisadi sistem kurmadan önce, erdemli insan yetiştirmek olduğunun açık delili, Mekke’de inen ayetlerle Medine’de inen ayetlerin içe-
riğidir. Mekki ayetler, büyük çapta iman ve ahlaka, yani manevi ve ruhsal gelişmeye ağırlık verirken, Medeni ayetlerde hukuki, iktisadi, siyasi vb. sosyal konular yoğundur.
Çalışma, üretim ve kazanmanın önemiyle ilgili olarak ahlak kitaplarında yer alan bilgiler içinde Maverdi’nin görüş ve tahlillerinin çok büyük bir değer taşıdığı görülmektedir. Maverdi insanların gelecekle ilgili ekonomik düşünce ve projelerini “geniş emel” şeklinde adlandırarak bunun daha iyi bir gelecek, daha gelişmiş bir ülke ve toplum projesi olduğunu belirtir. Maverdi’ye göre insanların daha çok çalışıp daha çok kazanma arzusu taşımaları, Allah’ın insanlık için bir lutfudur. “Eğer insanlar gelecek kaygısı ve projesi taşımadan günlük ihtiyaçlarıyla yetinseler ve daha fazlasına karşı bir istek duymasalardı dünya harap olurdu.” Ülkelerin daha çok gelişmesi ve mamur hale gelmesi, bireylerin içindeki kazanma arzusuna bağlıdır. “Bu sayede her nesil bir sonraki nesle, bir önceki nesilden aldığından daha gelişmiş ve bakımlı bir ülke bırakır. Böylece zaman geçtikçe ülke daha düzenli, daha huzurlu bir hale gelir”. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Emel, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir” (Hatib el-Bağdadi, Tarih, II, 52) buyurmuşlardır. Fakat emel ile hayal arasında fark vardır. Emel sebeplere sarılmak, hayal ise boş kuruntularla avunmaktır (Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 145-146).
Maverdi, bolluk ve refahın artmasıyla toplum barışı arasındaki ilişkiyi irdelerken de dengeli bir gelir dağılımıyla refahın yaygınlaştırılmasının insanları rahatlatacağını, böylece ülke imkanlarından, zenginlerle birlikte fakirlerin de pay alacağını; bunun da yokluktan kaynaklanan kıskançlık ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak bireyler ve kesimler arasında kaynaşmayı arttıracağını ifade eder. Aynı alime göre geçim bolluğu insanları cömert, tok gözlü ve güvenilir yapar. Refah ve bolluğun faydaları bütün topluma sirayet ettiği gibi, yokluk ve kıtlığın zarar ve tahribatı da bütün topluma zarar verir. Refahın yaygınlaşması iki şeyle sağlanır: İş alanlarının çokluğu, ihtiyaç maddelerinin bolluğu (a.g.e., s. 146-147).
Bu açıklamalardan sonra kazanma ve üretim ile ilgili görevler şöylece toparlanabilir:
b) Üretim ve Kazanma ile İlgili Görevler
İslam’da her hak ve imkan, bir sorumluluk ve görevin karşılığıdır. Hz. Peygamber bunu, verdiği şümullü örneklerle şöyle ifade etmiştir:
“Ahirette insan, hayatını nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın divanından ayrılamaz” (Tirmizi, “Kıyame”, 1).
İslam ahlakçıları, insana tanınan hak ve imkanlar karşısında terettüp eden görevleri yerine getirmeyi çoğunlukla “şükür” terimi ile ifade ederler. Buna göre servetin şükrü, şu iki kategorideki görevlere riayet etmek suretiyle yerine getirilir:
1. Kazanma faaliyetleri sırasında halis bir niyet taşımak. Bu, şahsi ve ailevi ihtiyaçları karşılama ve genel olarak insanların refahlarına, maddimanevi gelişmelerine katkıda bulunma, nihayet Allah’ın rızasını kazanma niyetidir. Şu halde erdemli müslüman, iktisadi faaliyetlerini genel dini yapının bütünüyle dışında düşünmez. O, kendi imanının ve vicdanının buyruğundaki irade ile kendisini Allah’a ve O’nun kullarına hizmete sunan; kararlarını ve isteklerini bizzat kendi iradesi ile sınırlayabilen bir “şahsiyet” olmayı başarmıştır. İslam’da, bir kısmına burada işaret edilen iktisadi hayatla ilgili kısıtlamalarının hukuki olmaktan çok ahlaki olmasının sebebi de budur.
2. Mesleki bilgi ve ehliyet. İslam ahlakçıları, her müslümanın meşgul olduğu iş ve ticaret alanıyla ilgili iktisadi bilgileri; ayrıca, haramdan korunmak ve helal kazanç sağlamak için gerekli dini ve ahlaki bilgileri öğrenmesinin lüzumunu belirtmişlerdir. Mesleki bilgi ve ehliyetin önemi günümüzde her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. Bilgili ve ehliyetli iş ve meslek erbabı, bir toplumun değerli ekonomik potansiyeli kabul edilmektedir. Hayatın başka alanlarında olduğu gibi iktisadi alanda da eksik, çürük, kalitesiz mal üretimi gibi bilgisizlik ve ehliyetsizlikten doğan her türlü ekonomik kayıplar hem fertlere hem de topluma zarar vermektedir. Müslümanı, “diğer müslümanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” şeklinde tarif eden ve “insanın, kendisine yapılmasını istediği şeyi, kendi de başkasına yapmadıkça mümin sayılamayacağı”nı belirten İslam ahlakı için mesleki bilgi ve ehliyetin önemi açıktır.
3. Allah’ın haram kıldığı şeylerin üretim ve ticareti ile meşgul olmamak. Bu eserin ilgili bölümlerinde görüldüğü üzere kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, zimmet, faizcilik, tefecilik, spekülasyon (ihtikar), rüşvetçilik ve kaçakçılık gibi toplum zararına olan ve insanlık şerefi ile bağdaşmayan yollardan kazanç sağlamayı yasaklayan, bu tür kazanç yollarına tevessül etmenin, müslümanın temiz ve yüksek şahsiyeti, üstün hizmet anlayışıyla bağdaşmadığına işaret eden yüzlerce ayet ve hadis bulunmakta; ayrıca ahlak ve fıkıh literatüründe de bu tür kazanç yollarının kesinlikle reddedildiği görülmektedir.
4. İşçinin haklarını gözetmek. İnsan haklarıyla ilgili konular vesilesiyle gördüğümüz temel İslami zihniyette hak ve adaleti bütün insan ilişkilerinin ilkesi olarak görür. İşverenin işçiye, İslam’ın ölçüleri içerisinde, zamanın ve örfün icaplarına göre makul bir ücreti zamanında ödemesi ve diğer maddi ve manevi haklarına riayet etmesi de esasen bu çerçevede düşünülmelidir. Ayrıca doğrudan bu konuya dair özel açıklamalar da bulunmaktadır. Bir hadis-i kudside Allah Teala şöyle buyurmuştur:
“Üç zümre vardır ki, kıyamet gününde onlarla hesaplaşacağım! Beni şahit tutarak söz verdikten sonra sözünde durmayanlar, hür insanı satarak bedelini yiyenler ve işçi çalıştırıp ondan yararlandığı halde ücretini vermeyenler” (Buhari, “İcara”, 10). Hz. Peygamber de işçinin ücretinin teri kurumadan (zamanında) ödenmesini emreder (İbn Mace, “Ruhun”, 4).
Köleliğin cari olduğu bir dönemde, “Köleleriniz sizin ancak kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinize emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin.” (Buhari, “İman”, 22) diyen bir dinin işçilere haksızlık yapılmasına izin vermesi kesinlikle düşünülemez.
Esasen İslamiyet, getirmiş olduğu manevi ve ahlaki ilkelerle iş verendeki ihtirasları dizginlemek, ona şefkat duygusu kazandırmak suretiyle taleplerini sıradan insanın taleplerine doğru çekerken, ona işçisine yaşanabilir bir hayat ortamı ve şartları hazırlama iradesini de kazandırır.
5. İş verenin haklarını gözetmek. Kur’an-ı Kerim, müslümanların usulsüz yollarla birbirlerinin haklarını yemelerini prensip olarak yasaklamıştır. Bu sebeple işçi, iş sahibinden kendi haklarına beklediği saygıyı, aynı şekilde kendisi de göstermeli; iş veren gibi o da bu konuda hakkaniyet esaslarına uygun olarak ve karşılıklı rıza ile düzenlenmiş sözleşme esaslarına ve şartlarına uymalıdır. Hz. Peygamber, “Müslümanlar, kabul ettikleri şartlara uymak zorundadırlar” (Buhari, “İcara”, 14) buyurmuş ve sözleşme yapıldığı halde buna uymamayı “münafıklık alameti” olarak nitelemiştir (Buhari, “İman”,24).
Şüphesiz işçinin, taahhütlerine uyarak işini belirtildiği şekilde yapması, yalnız kendi ahlaki şahsiyetine ve iş verene karşı bir görevi değil, aynı zamanda topluma karşı da bir borcudur. Çünkü üretimin artması ve genel refah düzeyinin yükselmesi, işçi-işveren çevresinin zihni ve bedeni gayretlerine bağlıdır. Milyonlarca insanın işlerini angarya kabul ettiği bir toplumda ekonominin çökmesi ve insanların sefalete sürüklenmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.
“. Senin iş verdiğin kimselerin en iyisi, güçlü ve emniyetli olanıdır” (elKasas 28/26) mealindeki ayet, dolaylı olarak işçinin işi ile ilgili asli görevlerini de belirtmektedir. Buna göre işçinin iki asli görevi vardır:
1. Fizik gücünü kullanmak yani kurallara göre yapması gereken işi savsaklamadan ve emeğini esirgemeden yapmak.
2. Emniyetli olmak yani iş vereni ve oradaki araç-gereçleri birer emanet kabul ederek esirgemek, zarar vermemek, tahrip etmemek, buna izin vermemek.
c) Harcama ve Tüketimle İlgili Görevler
Her ekonomik sistem gibi İslamiyet de mal sahibinin, kendi malını yönetmek ve kullanmak hususunda bazı hukuki ve ahlaki kayıtlar getirmiş olup bunların başlıcaları şöylece sıralanabilir:
1. Toplumun zararına tüketim ve harcamalarda bulunmamak. İslamiyet kardeşlik dinidir ve fertlerin, genel olarak kendilerine yapılmasını istemedikleri işleri, kendilerinin de başkaları aleyhine yapmamalarını emreder.
İslamiyet, o günkü hayat şartları içinde toplumun zararına olan harcamaların belli başlılarını belirleyerek bunları özellikle yasaklamış olup içki, kumar, fuhuş, rüşvet bunlardan bazılarıdır.
2. Lüks ve ihtişam için harcama yapmamak. İktisatçılar tüketim maddelerini zorunlu maddeler, rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler ve lüks sayılan maddeler şeklinde üç kısımda değerlendirirler. Zorunlu maddelerden maksat, insanın hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan maddelerdir ki, besin maddeleri, giyim eşyası ve mesken bunların belli başlılarıdır. Rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler, tüketiciyi maddi ve psikolojik yönden rahatlatmak suretiyle zamanını ve verimliliğini daha iyi değerlendirmesine yarayan maddeler olarak tarif edilmektedir.
Lüks maddelere gelince bunlar, bir tanıma göre, tüketimi -kişinin verimliliğini arttırmak şöyle dursunfarklı ölçülerde düşüren maddelerdir. İslam ahlakı açısından bunlar, ihtiyaç giderme, rahatlık ve kolaylık sağlama niyet ve düşüncesinden ziyade nefsani tatmin, gurur, kibir, övünme ve başkalarından üstün olma arzusu gibi bencil duyguların ve ihtirasların körüklediği tüketim ve harcamalara konu olan maddelerdir.
İktisatçıların tüketim maddelerini bu şekilde üçlü ayırımı, İslami literatürde değer ve yararların zaruri, haci ve tahsini şeklinde üçe ayrılmasını hatırlatmaktadır. Zaruriyyatı oluşturan din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dini hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerleri temsil eder. Haciyyat insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları şeyler demektir. Tahsiniyyat veya kemaliyyat ise, üstün ahlaka, güzel adetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı içine alır. Yukarıda sözü edilen üçlü ayırımdaki, “rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler” İslam bilginlerinin adlandırmasıyla haciyyat ve tahsiniyyat gruplarında yer alan harcamalardır. Dinde lüks ve israf haram kılındığı için, bu tür harcamalar İslam bilginlerinin bu gruplandırmasında yer almaz.
Harcama ve tüketimin önceliği sırasında zorunlu maddeler başta yer alır. İslam dini “nefsin devamı” için gerekli olan imkanlardan yeteri kadar faydalanmayı tabii ve zorunlu görür. Ayet ve hadislerden daha önce verilen örnekler göstermiştir ki, İslam’da zühd, kişinin kendisini ve ailesini aç, açık ve sefil bırakması pahasına dünyaya sırt çevirmek anlamına gelmez.
Rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler için harcamalar yapmak da dinimizde uygun görülmüş ve teşvik edilmiştir. Bizzat Hz. Peygamber’in de hizmetçileri ve binek hayvanları vardı. Temiz ve yeni elbise giyer, güzel koku sürünürdü. Huzuruna pejmürde kıyafetle gelen varlıklı birini, “Allah sana mal verdiyse, O’nun nimet ve ikramı eseri üzerinde görülmelidir!” (Ebu Davud, “Libas”, 14; Tirmizi, “Edeb”, 54) diyerek ikaz etmiştir.
Lüks maddelerinin tüketimine gelince, bu yöndeki harcamaların dinimizde tasvip edilmediği, kınanıp yasaklandığı açıktır. Çünkü, bu tür maddelere düşkünlük, Kur’an-ı Kerim’in tabiri ile insanların kalplerini katılaştırmakta; yani onları Allah’a saygı ve itaatten, insanlara sevgi ve şefkatten uzaklaştırmakta; bencil, muhteris, gururlu ve kibirli yapmaktadır. Lüks madde tüketimi, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış olan “Allah’ın mülkü”nü, gayesinin dışında kullanmak demektir. Bu tür gereksiz harcamalar, kaynakların, topluma faydalı olmayan malların üretiminde kullanılmasına yol açmakta ve ekonominin sosyal verimini düşürmektedir. Diğer yönden lüks maddelerin tüketimi imkanı kıt olanların vicdanlarını rahatsız etmekte, öfke ve kıskançlık doğurmakta ve böylece sosyal huzursuzluklara yol açmaktadır.
3. İsraf etmemek. Dinen haram kılınan maddeler ile lüks sayılanların tüketimi israf olduğu gibi helal kabul edilen maddelerin günün icaplarına göre ihtiyaçtan fazla tüketimi de haramdır. “Yiyiniz, içiniz; israf da etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” (el-A’raf 7/30).
İslami telakkiye göre servet, bir nimet ve imkan olduğu kadar, bir yüktür de. Zira Kur’an-ı Kerim servetin bir “fitne” yani imtihan vasıtası olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamber’in deyimi ile “malı zayi etmek” yani yerinde kullanmayarak saçıp savurmak, kişiyi ağır bir vebal altına sokar. Esasen, genel olarak tutumluluk ve itidal, İslam’ın ibadetlerde bile öğütlediği temel bir ilkesidir. Bu yüzden İslam ahlakı “Abdest alırken suyu gereğinden fazla kullanmayınız; sofranız sade olsun; tıka-basa doymadan kaşığı bırakınız; altın, ipek gibi pahalı eşya kullanmayınız; giyiminiz temiz ve sade olsun; eviniz ve ev eşyanız lükse kaçmasın; genel olarak harcamalarınızda ne eli sıkı olunuz, ne de saçıp savurunuz” şeklinde, ilk bakışta basit gibi görünen bazı talimleri ile insanları hayatın her alanında tutumlu olmaya, bütün iktisadi kaynakları en yararlı ve rasyonel bir şekilde kullanmaya teşvik etmiştir.
4. İnfak ve cömertlik yapmak. Cömertlik, İslam ahlakının en çok önem verdiği faziletlerden biridir. Çünkü cömertlik, başkalarına yardım arzusunun insanda karakter halini alması demektir; ahlakın ve insaniyetin, yardım etmeyi gerekli kıldığı her durumda kişiyi gönül rahatlığı içinde bu hayrı yapmaya sevkeden bir haslettir.
Buna karşılık cimrilik, İslam ahlakçıları tarafından ahlaki ve psikolojik bir hastalık kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, cömert olanla cimri olanın psikolojik hallerini şöyle tasvir etmiştir: Mal hırsı, demir zırh gibidir. Cömert insanda yardım arzusu mal hırsına galip gelir; cömertlik yaptıkça üzerindeki sıkıcı zırh gevşer; yani mal hırsının verdiği gönül rahatsızlığından kurtulur, ferahlar; aynı zamanda, başkalarının ıstıraplarını hafifletmiş olacağından dolayı vicdan huzuru duyar. Buna karşılık, cimri insandaki mal hırsı, kendisini gittikçe daralan bir zırh gibi huzursuz eder; insanların ıstıraplarını görmekten dolayı ruhen rahatsız olmasına rağmen, cimrilik yüzünden, vicdanını rahatlatacak müsbet faaliyetler gösteremez; böylece cimrilik huyu kendisini tam bir baskı altına alır (Buhari, “Zekat”, 29). Bu sebeple Resulullah cimrilik duygusundan Allah’a sığınmıştır (Buhari, “Cihad”, 74). Yine o, cimrilik konusunda müslümanları uyararak, geçmişte bazı kavimlerin cimrilik yüzünden birbirlerinin mallarına saldırmak, kanlarını akıtmak suretiyle helak olduklarını belirtmiş (Müslim, “Birr”, 56), böylece bencillik ve menfaatçiliğin ifadesi olan bu tutumun sosyal patlamalara yol açmasının kaçınılmaz olduğunu tesbit etmiştir. İslam’ın getirmiş olduğu “infak” ilkesi, toplumdaki yokluk ve sefaleti; sosyal adaletsizliği ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin doğuracağı sosyal patlamaları önlemeyi amaçlar.
İşte pek çok ayet ve hadiste infak, ihsan ve cömertliğin ilahi bir sıfat ve peygamberlerin sahip oldukları erdemlerden biri şeklinde gösterilmesi, ayrıca cimriliğin şiddetle kötülenmesi, İslam ahlakçılarının bu konuya özel bir önem vermelerine yol açmıştır. Ahlak kitaplarında cömertlik hususunda yer alan bilgi ve düşünceler dikkate alındığında bir harcamanın cömertlik sayılabilmesi ve bu harcamayı yapana “cömert” denilebilmesi için başlıca şu şartlara uyulmalıdır:
a) Yardımın isteyerek ve seve seve yapılması gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hususa işaret edilmiştir (el-Haşr 59/9). İslam ahlakçılarına göre, diğer bütün ahlaki erdemler gibi cömertlik de insanda bir huy ve meleke haline gelmekle gerçekleşir ve ancak böyle bir kimse gönüllü hayırlar yapabilir.
Bu sebeple, nadiren veya zorla hayır yapan bir kimseye “cömert” denemez. Buna karşılık iyilik yapma niyet ve iradesi taşıdığı halde maddi bakımdan bunu gerçekleştirme imkanı bulamayan insan da cömert sayılır. Başkalarına karşılıksız yardımda bulunmak ağır bir görevdir. Bundan dolayı, kendisine hangi sadakanın daha hayırlı olduğu sorulan Hz. Peygamber, “Sağlığın yerinde ve mala düşkün olduğun, zengin olmayı istemekte ve fakirlikten korkmakta olduğun zamanda verdiğin sadakalar” (Buhari, “Zekat”, 11) şeklinde cevap vermiştir.
b) Mal, yaratılış gayesine en uygun şekilde kullanılmalı, dini ve ahlaki ölçülere göre gereken yerlere, gerektiği ölçüde harcanmalıdır. Ahlak kitaplarında diğer erdemler gibi cömertlik erdemi de israf ve cimrilik denilen iki aşırılığın ortası (itidal) olarak gösterilmiştir. İsraf, şahsi ve ailevi harcamalarda ileri gitmek, nefsin kötü arzularını tatmin için harcama yapmak, insani ve dini bir amaç taşımaksızın, eldeki imkanları, yaratılış gayelerinin dışında saçıp savurmak; cimrilik ise dinin ve örfün harcamayı gerekli gördüğü malı, gereken yerlere harcamaktan kaçınmaktır. Kur’an-ı Kerim’de müslümanlara her iki aşırılıktan da kaçınarak harcamalarında ölçülü olmaları emredilmiştir (el-A‘raf 7/31; el-İsra 17/29; el-Furkan 25/67).
c) Cömertliğin diğer bir şartı da ilgili kişi veya kurumdan yardıma mukabil hizmet, mükafat, övgü veya teşekkür gibi herhangi bir maddi ya da manevi karşılık beklememek (bk. el-İnsan 76/8-10), gösterişten, yardım edileni incitecek, küçük düşürecek tutumlardan dikkatle kaçınmaktır (el-Bakara 2/261-265).
d) Yardım olarak verilen malın gözden düşme bir şey olmayıp sahibi nezdinde değer taşıması da cömertliğin şartlarındandır (Al-i İmran 3/92).
Kur’an, hadis ve diğer İslami kaynaklarda genellikle “Allah yolunda infak” şeklindeki ifade ile cömertlik vazifesinin, karşılık beklemeden ve hasbi olarak yerine getirilmesi gerektiği anlatılmak istenir. İnfak kelimesi nafaka ile aynı köktendir ve en geniş manası ile “muhtaç durumda olanların nafakalarını temin etmek” anlamına gelir. Bu bakımdan yoksullara hiçbir karşılık beklemeksizin para veya mal vermek infak ve cömertlik sayılacağı gibi; yatırımlar yapmak, yeni yeni iş yerleri kurmak ve geliştirmek ve mümkün olduğu kadar fazla personel istihdam etmek suretiyle çok sayıda kişilerin ve ailelerin nafakalarını yani geçimlerini kesintisiz olarak sağlamalarına çalışmak da bir infaktır ve -kanaatimizcezamanımızın ekonomik şartları içinde bu şekilde infak, ilkine göre hem daha hayırlıdır hem de daha insanidir. “. Altın ve gümüşü (genel olarak parayı ve serveti) biriktirip saklayarak Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara acı bir azabı müjdele!” (etTevbe 9/34) mealindeki ayetin, imkanı bulunduğu halde bu şekilde insanların geçimini temin etmelerine imkan hazırlayacak kurumlar yapmaktan kaçınanları da kapsadığı düşünülebilir.