V. Hz. PEYGAMBER’İN ÖRNEK AHLAKI ve ŞAHSİYETİ
Kuşkusuz hem ferdi hem de sosyal bakımdan İslam’ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed’dir. Nitekim Kur’an-ı Kerim Resulullah’ın hayat ve şahsiyetini müslümanlar için örnek olarak göstermiş (el-Ahzab 33/21); bu sebeple ashab-ı kiram onun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. Onun ahlakı ve şahsiyeti hakkında en önemli kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü, Hz. Aişe’nin belirttiği gibi (Müslim, “Müsafirin”, 139) “Onun ahlakı Kur’an’dır.” Hadis külliyatıyla siyer, şemail ve hilye kitapları Hz. Peygamber’in hayatını, bedeni özelliklerini ve ahlaki kişiliğini anlatan hadis ve haberleri ihtiva eder.
Bu kaynakların verdiği malumat, yalnızca Peygamberimiz’in ahlakını tanıtmak bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı saadet toplumunun genel karakteri hakkında bize fikir vermesi hem de bir müslümanın ahlaki kişiliğinin nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Resulullah bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: “Rabbimin katında benim on ismim var: Ben Muhammed’im; Ahmed’im; Mahi’yim, yani Allah benim vasıtamla inkarcılığı mahvedecektir; ben Haşir’im, yani Allah kullarını benim izimde toplayacaktır; ben rahmet Peygamber’iyim, tövbe Peygamber’iyim, kahramanlık Peygamber’iyim. Ben Mukaffi’yim, yani bütün insanları Allah yoluna yöneltirim. Nihayet ben (insanlığı) kemale erdirenim” (Müslim, “Fezail”, 126).
Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Resulullah, hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştır. O, daima tatlı dilli, güler yüzlü ve toleranslı olmuş; bununla beraber sözlerini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır.
Peygamberimiz toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmele ile başlar, sağ elini kullanır, tıka basa doymadan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra kurallarına mutlaka uyar, bu konuda çevresindekileri de sabırla ve nezaketle eğitirdi.
İpek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği “imanın yarısı” sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı. Lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Diğer müslümanlara da kanaatkar olmayı, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi.
Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’an-ı Kerim’de onun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyurulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi.” (Al-i İmran 3/159). O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, tenkitlerini isim vermeden yapardı.
Bir öğünlük yemeğini olmayana verdiği için kendisinin ve ailesinin aç sabahladığı geceler çok olmuş; fakat kendisi ve ailesi, açlığın sıkıntısını iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla altetmeyi bilmişlerdir.
Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son derece halim selim idi. Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi.
Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söyler; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da ezilip küçülmezdi. Otoritesini sürdürmek için suni ve zorlama tedbirlere başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavukluktan nefret ederdi. Kendisine bir ilah gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu, sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabileceğini -hiçbir kaygıya kapılmadansamimiyetle ifade ederdi. Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişkilerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.
Resulullah’ın aile hayatı son derece muntazamdı. Eşlerine saygı gösterir; haklarına riayet eder; hatta geceleyin ibadet etmek istediği zaman bile eşinden izin alma inceliğini gösterirdi. Aile bireyleriyle şakalaşmayı sever, nadiren vuku bulan aile içi tatsızlıkları anlayışla karşılar, ikazlarını incitmeden, medenice yapardı.
Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurması, onun en önemli özelliklerinden ve başarısının sebeplerinden biridir. Bir hıristiyan olan müsteşrik M. G. Demombynes, Muhammed (s. 599-600) isimli önemli eserinde, İslamiyet’in Hıristiyanlığa üstünlüğünü ve Hz. Peygamber’in başarısının sebeplerini şöyle anlatıyor: “İsa’nın vaazında öbür dünya için hazırlık, bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmekle başlar. İslam’da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur. İslam’a göre, iyi bir şekilde kullanmak şartıyla hiçbir nimet kötü değildir.”
Bazı sahabiler, ebedi kurtuluşlarını kazanabilmek için geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı: “Sizin şöyle şöyle söylediğinizi duyuyorum. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah’a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çevirmiş olur” (Buhari, “Nikah”, 1). “Dünyada zühd içinde olmak, helali haram saymak değildir” (Tirmizi, “Zühd”, 29).
Kur’an Allah elçisini “güzel örnek” olarak gösteriyor. Muhammed Hamidullah’ın dediği gibi, “Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını, zevklerini tamamen reddeden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek isteseydi, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir kural olarak kalacaktı” (İslam Peygamberi, II, 664). Nitekim Roma’nın barbarlaştırdığı Hıristiyanlık dünyaya hakim olsa bile, İsa’ya nisbet edilen Hıristiyanlık kilise hatta manastırların duvarlarını aşamamıştır.
Resulullah’ın diğer bir önemli özelliği, Kur’an’ın deyimiyle “insan-peygamber” oluşudur (el-İsra 17/93). Onun ebedi mesajına göre, kendisi de dahil olmak üzere, “Bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise tövbe edenlerdir” (Tirmizi, “Kıyamet”, 49). En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bittiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine “Yaşlandınız, ya Resulellah!” denildiğinde o, “Beni Hud ve Şura sureleri yaşlandırdı” (Tirmizi, “Tefsir”, 56, 6) buyurmuşlardır. Çünkü her iki surede de, “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hud 11/112; eşŞura 42/15) denilmektedir. Fahreddin er-Razi’nin de belirttiği gibi bu ayet, ahlaki hayatın kolay olmadığını gösterir. Zira bir ömür boyu doğruluk çizgizinden sapmadan ilerlemek, Kur’an’ın deyimiyle, bu “sarp yokuşu tırmanabilmek” zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır.
İslam dini prensip olarak Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, Hz. Peygamber de dahil olmak üzere, hiçbir insanı ilahlık mertebesinde hatasız kabul etmemiştir. Bu yüzden Peygamberimiz, sık sık tövbe ve istiğfar ettiğini söyler; iyilik yolunda sebat ettirmesi, ahlakını güzelleştirmesi için Allah’a dua ederdi (mesela bk. Müslim, “Müsafirin”, 201; Nesai, “İftitah”, 16, 17).
Hz. Muhammed, Allah tarafından ebedi risaletle görevlendirilmiş olmak bakımından en büyük şeref ve imtiyaza mazhar olmuştur. Bunun yanında o hem bir insan ve kul olarak hem de kendi deyimiyle “ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrünü erdemli yaşamaya adamış olmak bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden “üsve-i hasene” (güzel örnek)dir.
Onun en yüksek ve örnek faziletlerinden biri de kendisini kanunlar üstü görmemesidir. Kur’an-ı Kerim’de defalarca ona, kendisine vahyedilene uyması emredilmiştir. Zümer suresinin 12. ayetinde ona verilen bir talimat olan, “Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklindeki ifade, onun ahlak ve fazilette de öncü ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki, Kur’an-ı Kerim’deki pek çok emir ve yasak doğrudan ona hitap eder.
Herkesin kabul ettiği üzere kötülüklerin en fenası, bir insanın inanmadığı bir görüşü savunması, yapmadığı bir işi emretmesidir. Kur’an’da da, “Yapmayacağınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olur” (es-Saf 61/3) buyurulmuştur. Münafıkların “cehennemin en dibinde” gösterilmesi de bundandır (en-Nisa 4/145). Bu açıdan, Hz. Peygamber’in inanmadığı veya yaşamadığı bir görüşü, bir işi buyurduğuna, kendi kendisiyle çeliştiğine dair tek bir örnek yoktur. Bu yüzden düşmanları tarafından bile “Muhammedü’l-emin” diye anılmış; risaletine ilk inananlar, kendisini en iyi tanıyan yakınları olmuştur. Tarihte ilkeler koyan nice düşünürler unutulup gitmiş; fakat yalnız peygamberler, çağlar boyunca hak, dürüstlük, iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlenmişlerdir. Özellikle, hayatını ayrıntılarıyla tanıma bahtına erdiğimiz yegane peygamber olan Allah Resulü’nün, getirdiği evrensel ilkeler yanında, bir çocuğun başını okşaması, kızması beklenen bir küstahlığı tebessümle karşılaması, sıradan insanların meseleleriyle içtenlikle ilgilenmesi gibi basit görünen faziletli davranışları bile eşsiz bir ahlak kahramanının, fazilet abidesinin zengin ahlaki kişiliğini oluşturmuştur.
Kur’an-ı Kerim’in birkaç ayetinde Hz. Peygamber, bazı küçük yanılgıları sebebiyle ikaz edilmiştir. Bu ayetler onun bir ilah gibi kabul edilmemesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir. Fakat, bundan daha önemlisi şudur ki, Resulullah bu ayetleri, en küçük bir komplekse kapılmadan, açık yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası namazlarda okunmasına izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözleri okumayı ibadet sayacak kadar ahlakta ve fazilette yücelmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı o, insanlığa örnek, alemlere rahmettir.
Allah Resulü, davet ettiği insanlara, ahiret kurtuluşundan başka hiçbir peşin çıkar vaad etmiyordu. Aksine, bu yolun uzun, çetin ve dikenli olduğunu, onlara, göklerin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı bir emanet getirdiğini açıklıyor; fakat samimi bir mümin, lekesiz bir insan olarak her türlü batıllardan, edepsiz ve aşağılık davranışlardan kurtularak, doğru ve samimi imana, faziletlerle süslü insanlığa çağırıyordu. Bizzat kendi yaşayışıyla da bu imanın ve faziletin zengin örneğini sergiliyordu. Nitekim Mekke’de müşriklerin dayanılmaz boyutlara ulaşan baskısı karşısında Habeşistan’a sığınan müslümanların sözcüsü Ca‘fer b. Ebu Talib’in, Habeş hükümdarının huzurunda yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifadeler yer alıyordu:
“Biz vaktiyle Cahiliye halkı olarak putlara tapar, ölü hayvan eti yerdik. Bir sürü edepsizlikler yapardık; yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. İşte Allah bize Peygamberimiz’i göndermezden önceki halimiz bu idi. O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara iftira atmayı yasakladı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 202)
Resulullah’ın düşmanları, onu, atalarının dinini terkettiği, şair, mecnun sihirbaz olduğu gibi iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. Fakat, bir hıristiyan ilahiyatçının da dediği gibi, “Hz. Muhammed’in çağdaşları onda hiçbir ahlaki kusur göremediler” (M. Watt, Hz. Muhammed, s. 246); bu sebeple de ona asla gerçek bir kusur isnat edemediler. Sadece, her zaman ve her devirde bütün zalimlerin başvurduğu yolları izlediler; yani onunla ve ona inananlarla alay ettiler, hakaret ettiler, zulmettiler, abluka altına alıp açlığa mahkum ettiler. Ancak otoritesini ve saygınlığını zorbalıktan değil, getirdiği ilahi prensiplerden, dayandığı doğrulardan, yaşadığı erdemlerden alan Allah elçisinin karşısında zalimlerin direnişi sadece bir çocukluk devresi kadar sürebildi. En sonunda Allah ona, haksızlıkla çıkarıldığı kutsal yurdu Mekke’ye muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı.
Mekke fethedilince Resulullah, bütün suçluların bağışlandığını ilan etti. O vakte kadar, Ebu Cehil’den sonra müşriklerin lideri ve İslam’ın en yaman düşmanı olan Ebu Süfyan İslam karargahına geldiğinde, Hz. Peygamber onu saygıyla karşılamış; hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların güvence içinde olduğu talimatını vermişti. Bu tavır bize, eşsiz bir cesarete sahip muzaffer bir kumandanın, aynı zamanda alçak gönüllü, kinden uzak ve bağışlayıcı olması lazım geldiğini gösterir.
Cahiliye döneminde Araplar acizlik, pasiflik ve korkaklıktan nefret eder; cesaret ve yiğitlikten hoşlanırlardı. Ancak güçlü ve yiğit olduğu halde öfkesini ve gururunu yenenlere de büyük saygı duyarlardı. Eğer Hz. Peygamber’in ağır başlılığı ve yumuşaklığı acizlikten ileri gelseydi; veya tersine, yiğitlik ve cesareti kendisine gurur ve kibir verseydi asla sevilmez ve taraftar bulamazdı. Hz. Aişe, onun çok önemli iki özelliğini şu sözlerle anlatır: “Allah Resulü, iki durumdan birini seçmek gerektiğinde, eğer kötü değilse, mutlaka kolay olanını seçerdi (insanların işlerini zorlaştırmazdı). Bir de Allah Resulü, kendisiyle ilgili kötülüklerden dolayı asla intikam peşinde olmamıştır. Fakat Allah’ın bir kanunu ihlal edilince mutlaka bunun cezasını verirdi” (Buhari, “Edeb”, 80).
Endülüslü ünlü alim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cümlesi bir hikmet değeri taşıyan el-Ahlak ve’s-siyer adlı ahlak kitabında şöyle der: “Ahiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlak güzelliklerini, bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek alsın” (s. 19-20). Çünkü “Resulullah bütün hayırlarda en ileridedir. Allah onun ahlakını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan arındırmıştır” (s. 50).