İslam Ahlakı



    IV. BAŞLICA AHLAKİ GÖREV ve SORUMLULUKLAR

    A) İnsanın Kendi Kişiliğine Karşı Görevleri

    İslam ahlakı her bireyi “insan” olarak bir değer kabul eder. Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle insan “yeryüzünün halifesi” olarak takdim edilmiş (mesela bk. el-Bakara 2/30; el-En‘am 6/165), Hz. Peygamber de “Her doğan çocuk temiz yaratılış (fıtrat) üzere doğar” (Buhari, “Cenaiz”, 92) buyurarak, insanı yaratılıştan suçlu sayan telakkiyi temelden reddetmiş; bu noktadan hareketle İslam düşünce geleneğinde insan “eşref-i mahlukat” diye tanımlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in değişik yerlerinde Allah’ın buyruğu uyarınca Hz. Adem karşısında meleklerin secdeye kapandığını bildiren ayetler de İslam düşüncesinde oluşan bu yargının isabetli olduğunu kanıtlamaktadır. Bu sebeple, aslında insanlık için ahlak düzenini kuran yüce Kudret, hayatın hangi alanına ilişkin olursa olsun, bütün erdemlerin, bir bakıma onlara sahip olan bireyi yüceltmeyi ve gerçek anlamda insan yapmayı amaçlamasını dilemiştir. Bu bakımdan Allah, kişinin yaptığı iyilikler veya kötülükleri -kime karşı yapılmış olursa olsunöncelikle kişinin kendisine yapılmış saymaktadır. Kur’an-ı Kerim’de, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur; kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhine yapmış olur” (Fussılet 41/46) buyurulmaktadır.

    a) İnsanın Bedensel Varlığı ile İlgili Görevleri

    Ahlak bir beden sağlığı ilmi değildir. Bununla birlikte İslam ahlakında, insanın dini ve dünyevi görevlerini doğru ve yeterli olarak yerine getirebilmesi için kendi bedensel varlığını koruma ve geliştirme hususunda bazı görevleri bulunduğu kabul edilmiştir. Kuşkusuz bu görevlerin başında insanın kendi hayatını koruması gelir. İslamiyet hiçbir insana kendi hayatına son verme hakkı tanımamış, bu sebeple intiharı da kesinlikle yasaklamıştır. Hz. Peygamber’in bu husustaki hadisleri (mesela bk. Müslim, “İman”, 175; Tirmizi, “Tıb”, 7; Nesai, “Tahrim”, 2) son derece ağır bir üslup taşımaktadır. Yine onun insan sağlığına dair açıklama ve uygulamaları, hadis kitaplarında “Tıbb-ı nebevi” başlığıyla özel bölümler açılmasına veya aynı başlıkla müstakil kitaplar yazılmasına imkan hazırlamıştır. Ayrıca Hıristiyanlığın aksine (krş. Yeni Ahid, Matta, 15/17; Markos, 7/18-20) İslam dini içki, kumar, fuhuş gibi sağlığa zarar veren kötülükler karşısında kayıtsız kalmaz. Aksine Kur’an-ı Kerim, kapsamlı bir ifadeyle, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2/195) derken, Hz. Peygamber de sağlığını ihmal edecek derecede ibadet etmeyi bile onaylamamış ve bu şekilde kendisini ibadete veren bir sahabiyi uyarırken, “Bedeninin de sende hakkı vardır” (Buhari, “Savm”, 55) buyurmuştur.

    Beden sağlığı bireysel görevler için olduğu kadar toplumsal görevler için de gereklidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Düşmanlarınıza karşı kuvvet hazırlayınız” (el-Enfal 8/60) buyurulurken, bu hususta en önemli unsur olan insan gücünün de kastedildiğinde kuşku yoktur. Unutulmamalıdır ki, hak daima kuvvetten üstün olmakla birlikte, hakkın korunabilmesinin kuvvete bağlı olduğu da tecrübi bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır” (Müslim, “Kader”, 34) buyurmuşlardır.

    b) İnsanın Ruhsal ve Manevi Varlığı ile İlgili Görevleri

    Ahlak alimleri genellikle insanın diğer varlıklar karşısındaki üstünlüğünün akıl, zeka, kalp, vicdan, tefekkür, estetik duygu, inanma, iyilik sevgisi gibi ruhsal ve manevi meziyetlerinden ileri geldiğini kabul ederler. Bu meziyet veya yetenekler sebebiyledir ki yaratıcısı tarafından insana, “Kuşkusuz biz Adem oğlunu şerefli kıldık” (el-İsra 17/70) buyurularak iltifatta bulunulmuştur. Şu halde insanın, ruhsal ve manevi meziyetlerini koruması, geliştirmesi, üstün yeteneklerini iyilik yollarında etkin ve verimli hale getirmesi, onun hem kendi varlığına karşı hem kendisini güzel yeteneklerle donatan Allah’a karşı bir borcudur.

    Yukarıda da işaret edildiği üzere İslam ahlakı, her güzel haslet ve iyi davranışın öncelikle onu yapanı yücelteceğini kabul eder. Bu sebeple insan, elinden geldiği kadar iyi hasletler ve erdemler kazanmaya, güzel davranışlar gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ahlak kitaplarında bu erdemler arasında üzerinde önemle durulanların başlıcaları şunlardır:

    1. Takva

    “Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlak Kavramları” başlığı ile bu bölümün başında geniş olarak yer verilmişti. Hatırlanacağı üzere Kur’an-ı Kerim’de takva Allah nezdinde en yüksek insanlık değeri olarak gösterilmiştir. Şu halde kişinin böyle bir değeri kazanması onun kendisine karşı görevlerinin de başında yer alır.

    2. Hilim

    Yine “Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlak Kavramları” başlığı altında incelenen ikinci kavram da hilim olup İslam ahlakı üzerine inceleme yapanların hilmi müslümanın karakterini en iyi ifade eden bir kavram olarak kabul ettiklerini, çünkü bu kavramın -“akıllı olma ve akıllıca davranma” şeklinde özetlenebilecek anlamı yanında ağır başlı olma, affetme, sabır, hoşgörü, barış ve kardeşlik, acelecilik yapıp saldırganca hareket etmekten sakınma gibi insanlarla uygarca ilişki kurmaya katkı yapan birçok erdemi birlikte ifade eden geniş kapsamlı bir kavram ve dolayısıyla İslam’ın en temel faziletlerinden biri olduğu görülmüştü.

    3. Hikmet

    “Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin bilgi; ilahi gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan doğan bilgi; İslam dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber’in müslümanlar için doğru bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti” gibi anlamlarda kullanılan hikmet kavramı Kur’an-ı Kerim’de, “çok hayır” diye nitelenir; on bir ayette “kitap” ile birlikte kullanılarak hikmetin, “ilahi kitaplar” veya “bu kitaplarda vahyedilen derin bilgiler” anlamı taşıdığına işaret edilir. Fahreddin er-Razi, Kadi Beyzavi gibi müfessirlerin, ilgili ayetlerin yorumu dolayısıyla yaptıkları açıklamalarda hikmet özetle, bütün doğru bilgilerle güzel yaşayışı kapsayan bir kavram olarak tanımlanır. “Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir” (Darimi, “Mukaddime”, 34) anlamındaki hadiste de hikmetin bu anlam zenginliğine işaret edilmiştir. Bu önemi sebebiyle Hz. Peygamber’in, “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” (Tirmizi, “İlim”, 19; İbn Mace, “Zühd”, 15) buyurduğu rivayet edilir.

    Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün meyvesidir. Bu sebeple İslam kültüründe düşünür karşılığında “hakim” kelimesi kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de ve diğer İslami kaynaklarda ilim, marifet veya irfan, fikir (fikr), tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir, itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık değerini koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir. Akıl sahibi olmak, bilmek ve bildikleri üzerinde düşünüp sonuçlar elde etmek, uygulamak insana özgü bir ayrıcalıktır (ez-Zümer 39/5). Akıllarını kullanmayanlar sağır ve dilsizdirler (el-Bakara 2/171); böyleleri hayvanlardan daha şaşkındır (el-Enfal 8/22). Bu yüzden Hz. Peygamber’in,”Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır” buyurdukları rivayet edilir (Acluni, Keşfü’l-Hafa, I, 31). Bu ve benzeri ayet ve hadislerin de etkisiyle İslam ahlak kültüründe hikmet erdemi temel erdemler (fezail-i asliyye) denilen dört erdemin daima en başında yer alır ve bunlar çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır.

    Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim yer yüzünde sadece insana özgü bir haslettir. Kur’an, Hz. Adem’in meleklerden daha üstün olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle izah eder. Çünkü ilim Allah’ın sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak kendisini tanrısal bir nitelikten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına karşı en büyük zararı vermiş sayılır; ayrıca kendisine en değerli nimet olan aklı bağışlayan Allah’a da nankörlük etmiş olur.

    Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere hikmet, bilgi-amel bütünlüğünü de kapsar. Zira özellikle ahlak gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgiler ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de bilgilerine uygun davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiş (elCum‘a 62/5), Hz. Peygamber de, “Faydası olmayan ilimden Allah’a sığınırım” (Müslim, “Zikir”, 73) buyurmuştur.

    4. İffet

    “İnsanın arzularını, tutkularını aklının ve inancının kontrolünde tutarak, Allah ve insanlar nezdinde kendisini küçük düşürecek davranışlardan sakınmasını sağlayan bir erdem” anlamındaki iffet kavramının Kur’an-ı Kerim’de, “haya, vakar, kişinin kendi şahsiyet ve onurunu koruması” şeklinde yorumlanabilecek bir konumda kullanıldığı görülmektedir (el-Bakara 2/273). Diğer bazı ayetlerde ise “insanın, kendisine ait olmayan bir mala el uzatmaması” (en-Nisa 4/6), “edepli ve hayalı olması” (en-Nur 24/33, 60) anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber de iffetli müslümanlardan övgüyle söz etmiştir (mesela bk. Buhari, “Tefsir”, 9; “Ahkam”, 16).

    Ahlak bilginlerine göre, ister mide istekleri olsun ister cinsel istekler olsun, her türlü nefsani arzulara aşırı düşkünlük, insanı bir bakıma hayvanlaştırır. Çünkü hayvanlar gibi bu insan da tutkularını dizginleme erdemini gösterememiştir.

    İslam ahlak kültüründe insanın nefsani arzularına esir olma zaafına heva denmiş; bu zaaftan korunmanın da ancak aklın buyruğuna uymakla mümkün olacağı ifade edilmiştir. Nitekim Ebu Bekir er-Razi’nin et-Tıbbü’rruhani’si, İmam Maverdi’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’i gibi birçok ahlak kitabının ilk konuları akıl-heva çatışmasına ayrılmıştır. Özellikle Gazzali İhya ve Mizanü’l-amel gibi eserlerinde bu konuya büyük önem vermiştir. Başta Kur’an-ı Kerim ve hadisler olmak üzere İslami kaynaklarda heva, “insanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını önleyen nefsani arzular” anlamında kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de nefsani arzularına aşırı düşkün olan, bu yüzden de inanç ve yaşayışında haktan ayrılan, isyana ve günahlara saplanan insan “hevasını tanrısı yapan” (el-Furkan 25/43; el-Casiye 45/23) şeklinde anılmaktadır. Hz. Peygamber de, “En kötü kul, hevasına kul olup da dalalete düşün kimsedir” (Tirmizi, “Kıyamet”, 17) buyurmuştur. İşte iffet erdemi, insanı böylesine tehlikeli olan tutkulardan koruyup kollayan ve ona hayvani eğilimleri, tutkuları karşısında bağımsızlık kazandıran ahlaki bir donanımdır. Nitekim, başta Gazzali olmak üzere müslüman ahlak bilginleri ve mutasavvıflar, bu tutkulardan kurtulmayı gerçek özgürlük saymışlar; insanın kendini manen geliştirme işlevine bu noktadan başlamasını gerekli görmüşlerdir.

    5. Doğruluk ve Dürüstlük

    İslami kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte olup bunların başında sıdk ve istikamet kavramları gelir. “İnsanın, söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması” şeklinde tanımlanabilecek olan sıdk erdemi genellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. İstikamet de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişiye sıddik denir.

    İnsanlığın genel ahlak anlayışında olduğu gibi İslam ahlakında da doğruluk ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak telakki edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol” (Müslim, “İman”, 13) buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim, bu şekilde iman edip doğru olanların üzerlerine meleklerin ineceğini ve onlara ahiretle ilgili müjdeler vereceğini ifade eder (Fussılet 41/30). Kant ahlakının temelini oluşturduğu kabul edilen “kategorik imperatif” (şartsız buyruk), “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” şeklinde daha önce Kur’an’da yer almıştır (el-Hud
    11/112; eş-Şura 42/15).

    Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticari faaliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde aranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslam ahlak literatüründe konuşmada, niyet ve iradede, karar vermede ve kararında durmada, (riyanın zıddı olarak) amelde, dini ve manevi hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.

    Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla kişi onurunu aşındıran kötülüklerin başında yalan gelir. Kur’an ve hadislere göre yalan bir münafıklık alametidir (en-Nisa 4/145; el-Münafikun 63/1; Buhari, “İman”, 24; Müslim, “İman”, 107). İslam dini prensip olarak insanın ruhsal gelişmesine, toplum düzenine ve barışına zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamakla birlikte, gerek ayetlerde gerekse hadislerde yalan konusunda oldukça ağır ifadelerin kullanıldığı görülmektedir. Bunun sebebi, ahlak kültüründeki veciz ifadesiyle yalanın “bütün kötülüklerin anası” (ümmü’l-habais) olmasıdır. Bu nedenle Hz. Peygamber, “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında ‘sıddik’ diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim. Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzab’ diye yazılır” (Buhari, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 102-105) buyurmuştur. İşte İslam ahlakında doğruluğun bütün iyiliklerin temeli, yalanın ise bütün kötülüklerin anası olması telakkisi, Kur’an ve hadislerde ortaya konan bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.

    Riya ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı, Kur’an’ın aziz saydığı (el-Münafikun 63/8) müminin onurunu zedeleyen, dolayısıyla kişinin kendisini özenle koruması gereken kötülüklerdir. Çünkü dalkavukların ve riyakarların en büyük sermayeleri yalandır. Onların asılsız veya abartılı, böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan övgüleri hem kendi kişiliklerini lekelemekte hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel olmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, bu kişileri insanların en kötüleri arasında saymış (Buhari, “Edeb”, 52; Müslim, “Birr”, 100); “Dalkavuklarla karşılaştığınızda yüzlerine toprak savurun!” (Müslim, “Zühd”, 14) buyurarak onlara yüz verilmemesini öğütlemiştir.

    6. Tevazu

    Tevazu, “insanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirlenip böbürlenmekten sakınma” anlamına gelen bir ahlak terimidir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın iyi kullarından söz eden bir ayette en başta tevazu erdemine işaret edilerek, “Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” (el-Furkan 25/63) buyurulmuştur. Kur’an ahlakı ile eğitilmiş olan Hz. Peygamber, bütün müslümanlar karşısında mütevazi olmayı, değişmez bir davranış kuralı olarak özenle korumuş; müslümanların onu “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!” diyecek derecede çok sevmelerinde de alçak gönüllülüğünün çok büyük bir rolü olmuştur. Bu sebeple İslam ahlak geleneğinde tevazu, bir peygamber sıfatı olarak değer görür.

    Bununla birlikte bir müslümanın, başkaları tarafından hor ve hakir düşürülecek, izzeti nefsini zedeleyecek şekilde kendisini küçük düşürmesi de İslam ahlakıyla bağdaşmaz. Zira Kur’an’da Allah ve Resulü ile birlikte müminin kişiliği de aziz sayılmıştır (el-Münafikun 63/6). Bu sebeple ahlak kitaplarında her müslümanın kendi sosyal seviyesine göre onurunu koruyacak şekilde davranması gerektiğine dikkat çekilir. Ayrıca, özellikle müslümanların müslüman olmayanlar karşısında, haksızlığa ve aşırılığa sapmadan, onurlu davranması da Kur’an’ın bir buyruğudur (bk. el-Feth 48/29).

    Ahlak kitaplarında izzeti nefis duygusunun, tevazu sınırını aşarak gurur ve kibire sapması tehlikesine de önemle işaret edilir. İmam Maverdi, kibiri bütün kötü huyların en başında ve en tehlikelisi olarak gösterir. Çünkü “kibir (insanlar arasında) kin doğurur, toplumsal uyuşma ve kaynaşmayı baltalar, dostların gönüllerine nefret sokar.” Gazzali de İhya’da (III, 236-309), “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremeyecektir” (Müsned, IV, 134) anlamındaki hadisi hatırlattıktan sonra şu görüşlere yer verir: “Kibir cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli insan kendisi için sevip istediğini öteki müslümanlar için isteyemez. Kibirde benlik iddiası bulunduğundan böyle birisi alçak gönüllü olamaz. Oysa alçak gönüllülük takva sahiplerinin başta gelen erdemidir.”