İslam Ahlakı



    B) Kur’an ve Sünnet’te Ahlak

    a) İslam’ın Ahlakta Meydana Getirdiği Zihniyet Değişikliği

    İslam ahlak zihniyetinin başlıca niteliklerinin ne olduğu sorusuna cevap olarak çok şey söylenebilirse de -ileride daha ayrıntılı bilgiler edineceğimizbu konuda şimdilik özellikle şu hususların altını çizmek mümkündür: İnsanın manevi hayatını, bireysel ve sosyal davranışlarını gözetip kollayan bir Allah inancı; insanın kendisiyle hesaplaşmasını hedefleyen bir irade eğitimi; bütün insanlığa açık bir ümmet birliği ve kardeşlik ruhu; hak, adalet ve eşitlik gibi evrensel değerlere yöneliş.

    1. Arap kabilelerinin koyu ve anlamsız putperestlikleri, yüksek bir ahlakın kurulmasına başlı başına bir engel teşkil ediyordu (Goldziher, Le Dogme et le loi en Islam, s. 4, 11). Aslında bu tesbiti, inançsızlık veya batıl inanç buhranı yaşayan her topluma genellemek mümkündür. Bu sebepledir ki İslam dini evrensel, mutlak ve genel geçerliği olan bir ahlaki yapı kurarken, bu ahlakın en önemli teminatı olmak üzere her şeyi bilen, her şeye muktedir, rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da çok şiddetli olan yüce Tanrı şuurunu kökleştirmeyi; insana her türlü bencil, çıkarcı istek ve eğilimlerini aşarak yüce Allah’ın koyduğu genel ve kesin kuralları hayatının her alanı için sarsılmaz kanunlar olarak alma bilincini kazandırmayı ve bu suretle nefsani tutkular karşısında özgürleşen bir birey ve kamu vicdanı geliştirmeyi hedeflemiştir.

    2. İslam dini insanda, kendi dışındakilerle kör bir mücadeleye girişmek yerine, kendi nefsiyle hesaplaşma iradesini geliştirdi; Cahiliye dönemindeki aşiret ruhunun ve geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına, insanın nefsini dizginlemesi, “tabiatındaki öfke ve şiddetten korunması” anlamına gelen hilim ve şefkati koydu. Bu suretle insana, o güne kadar kendi dışındakilere çevirdiği mücadele enerjisini, kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti. Hz. Peygamber, adeta bütün kötülüklerin anası olan, bundan dolayı da Kur’an-ı Kerim’in “çok büyük bir zulüm” saydığı (Lokman 31/13) putperstlikten toplumu temizleyerek bir olan Allah’a itaat temeline dayalı bir ahlaki ve dini birlik sağlama görevini üstlenmiş; böylece kabile ve soy sop anlayışı yerine Allah’a saygı (takva), ferdi ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü haline gelmiş; bu ölçüye uygun olarak İslam’ın öğretileri, Allah’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, insan ilişkilerinde dürüstlük ve güvenilirliği, sevgi ve fedakarlığı, samimiyet ve iyi niyeti, fakat bütün bunların başarılabilmesi için de kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok erdemi ihtiva etmiştir.

    3. İslamiyet’in gerçekleştirdiği en büyük zihniyet değişikliği, asabiyet duygularını yok edip kabilecilik bağlarını kırarak insanları evrensel değerlere, özellikle temelde bütün insanlığın kardeşliği bilincine yöneltmesidir. Gerçekten İslamiyet, bütün insanların bir tek erkek ve kadının soyundan geldiklerini, onların -birbirleriyle kişisel veya ırki üstünlük yarışına girmek için değil “tanışıp bilişmek için kavimlere ve kabilelere ayrıldığını”nı (elHucurat 49/13), böylece fıtri ve biyolojik farklılıkların ahlaki ve manevi anlamda üstünlük sebebi sayılamayacağını öğretti; üstünlüğün, yalnızca kişisel çabalarla kazanılabilen ve samimi dindarlığın, dini ve ahlaki erdemlerin ana kavramı olan takva kapsamındaki meziyetlerde olduğunu ortaya koydu; soy üstünlüğü, kabilecilik ve ırkçılık davalarını bütünüyle reddetti. Al-i İmran suresinin 103. ayetinde müslümanlara hep birlikte Allah’ın dinine (hablullah) sarılmaları emredildikten sonra, Allah’ın düşmanlıkları kardeşliğe çevirmesi ve böylece onları “bir ateş çukuru”na düşmekten kurtarması, Allah’ın kendilerine bir “nimet”i olarak nitelenir. Başka bir ayette ise Kur’an-ı Kerim’in evrensel diyebileceğimiz bir ahlak buyruğu şu şekilde ifade edilir: “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın” (el-Maide 5/2). Hz. Peygamber, “Irkçılık (asabiyet) duygusuyla birbirine öfkelenen, ırkçılık uğruna savaşırken ya da böyle bir dava güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin bu ölümü”nün, “Cahiliye ölümü” olduğunu belirtttiği hadisleriyle (Müslim, “İmare” 57; Nesai, “Tahrim”, 28; İbn Mace, “Fiten”, 7) asabiyet ruhunu yıkmaktaydı.

    4. İsam dini adalet ve zulüm kavramlarını da Cahiliye telakkisinden büsbütün başka bir konumda ele aldı ve adalete kesin olarak evrensel bir boyut kazandırdı. Kur’an-ı Kerim’de (el-Bakara 2/143) İslam toplumunun bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” tabirindeki “vasat” kelimesi bütün tefsirlerde adalet manasında anlaşılmıştır. Buna göre İslam ahlakı toplumsal bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını öngörmüştür. Kur’an’da hak ve adaletin mutlaklığı öylesine vurgulanmıştır ki, bizzat Allah’ın ahirette hiçbir haksızlığa mahal vermeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve O’nun vaadinin kesin (hak) olduğu bildirilmiştir (Yunus 10/54-55; el-Enbiya 21/47; ez-Zümer 39/69). Bütün bu ve benzeri sebeplerden dolayı adalet ilkesi İslam ahlak düşüncesinin merkezi olarak gösterilmektedir (mesela bk. Max Horten, “Moral Philosophers in Islam”, Islamic Culture, XIII (1974), s. 6).

    Zulüm ise, İslam ahlakında son derece ilginç bir yaklaşımla ele alınmıştır. Buna göre Kur’an, başkalarına yapılan kötülükleri, her şeyden önce kötülüğü işleyenin kendisine yapmış olduğu bir zulüm sayar. Söz gelimi, evlenme ve boşanma ile ilgili konularda eşine zarar vermeye kalkışan kişi, “Kuşkusuz kendisine kötülük etmiş olur” (el-Bakara 2/231). Hz. Peygamber, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” şeklindeki Cahiliye döneminin acımasızlık ve şiddet ilkesini, “Zalime yapılacak yardım, onun iki elini tutmaktır (zulmüne engel olmaktır)” (Buhari, “Mezalim”, 4; “İkrah”, 7) diyerek tersine çevirip yüksek ve evrensel bir ahlak ilkesi haline getirmişti.

    Kur’an, Sünnet ve diğer bütün İslami literatürde adalet kavramı eşitliği de içeren bir anlam zenginliği içinde kullanılır. İslam’ın koymuş olduğu, bütün insanlığı kucaklayıcı olan bu kapsamdaki adalet ilkesi, Cahiliye döneminin, eşitlik prensibine büsbütün aykırı bir şekil alan ilkel hürriyet anlayışını da kökten değiştirdi. Kur’an-ı Kerim’deki “inanmış bir köle”nin hür ve soylu bir müşrikten daha değerli olduğu şeklindeki (el-Bakara 2/221) yepyeni insanlık ve değer anlayışı nedeniyle İslam’a en büyük tepki, kendilerini “ahrar” (özgür, soylu) diye niteleyerek başka zümrelerden üstün gören mütegallibe sınıfından geldi. Onların, Hz. Peygamber’e, köleleri ve güçsüzleri yanından uzaklaştırması halinde kendisiyle görüşme yapabilecekleri şeklindeki küstahça teklifleri Kur’an tarafından anında reddedildi (el-Kehf 18/28) ve bu suretle soyluluk kuruntuları üzerine kurulu, eşitlik ve adalet ilkelerine aykırı, kaba ferdiyetçi hürriyet anlayışının yerine medeni ve sosyal eşitlikçi hürriyet anlayışı konuldu.

    b) Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlak Kavramları

    Bu başlığın bazı güçlükler taşıdığını belirtmek gerekir. Güçlüklerden biri, Kur’an ve hadislerdeki hangi kavramların tam olarak ahlak kavramı olduğunun tesbitidir. Mesela amel-i salih tabiri böyledir. Çünkü “hayırlı, iyi, uygun veya yararlı iş, faaliyet” anlamına gelen bu deyim, bu nitelikleri taşıyan hukuk, ibadet, ahlak ve siyasetle ilgili bütün olumlu faaliyetleri kapsar. Hatta Peygamberimiz, her şeyden önce “gönülden teslim olma” anlamına gelen İslam’ı ve “kuşkusuz bir şekilde inanma” anlamına gelen imanı dahi amel diye isimlendirmiştir (Buhari, “Tevhid”, 47).

    Öte yandan, özellikle Kur’an ve Sünnet ahlakı bakımından teorik olarak her ahlaklı davranış aynı zamanda dini bir itaat ve ibadettir; çünkü bu davranışla ilahi bir emir yerine getirmektedir; böylece iyilik, gösteriş için veya bize ne getirip ne götürdüğünü hesap ederek değil, Allah’ın emri olduğu ve O’nun emrine saygının gereği olduğu için yapılmış bulunmaktadır.

    Bilhassa Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde, ahlak kavramları arasında, “temel” veya “tali”, “çok önemli” veya “az önemli” gibi bir ayırıma da gidilmemiştir. Çünkü bazan küçük bir ahlaki jest, mesela bir yetimin başını okşamak, içimizde, önemli sayılan birçok davranıştan daha yüksek duygular uyandırabilir. Mesela Kur’an-ı Kerim’de güzel bir sözün, arkasından eza gelen bir sadakadan daha değerli olduğu bildirilmiştir (el-Bakara 2/263).

    İşaret edilen bu güçlüklere rağmen, Kur’an ve hadislerdeki bütün ahlak kavramlarını burada tahlil etmenin imkansızlığından dolayı, hiç olmazsa kapsamlarının genişliği, hatta bir bakıma diğer bütün ahlaki erdemleri de kuşattığı dikkate alınarak iki kavram hakkında bilgi verilecek; ayrıca, yer yer konuyla ilgili başka kavramlara da değinilecektir. İslam ahlakını kesin ve çarpıcı biçimde yansıtan bu iki temel kavram takva ve hilimdir.