İnsan, kendisine canlılık kazandıran ruh ve ona mekan teşkil eden beden olmak üzere iki unsurdan meydana gelir. Bunlardan beden duyulur aleme, ruh ise duyular ötesi aleme ilişkin birer gerçektir.

    Ruhun mahiyeti, iç yüzü ve beden ile bağlantısı öteden beri insanlığı en çok düşündüren konulardan biri olduğu gibi, eski ve yeni felsefi akımları ve İslam bilginlerini de bir hayli meşgul etmiştir.



    Kur’an ayetleri ruhun varlığından haber vermekte, onun Allah’ın emirlerinden biri olduğunu ve insanlara bu konuda az bir bilgi verildiğini bildirmektedir (el-İsra 17/85). Bu ifade insanın dünyada ruhun mahiyetini kavramasının imkansızlığına, çünkü bunun bir bakıma insanın kendi kendini tam anlamıyla çözmesi demek olduğuna işaret etmektedir. İnsanın yaratılış evrelerinden söz eden ayetlerden (el-Mü’minun 23/12-14) ve Hz. Peygamber’in anne karnındaki cenine belli bir zaman diliminden sonra ruh üflendiğini belirten açıklamalarından (Buhari, “Bed’ü’l-halk”, 6; “Kader”, 1; Müslim, “Kader”, 1), ruhların cesetlerden sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır.

    Ruhun mahiyeti konusunda yukarıda temas edilen ayet ve hadislerle sınırlı bir nakli bilgiye sahip olunduğuna, bunlarda da daha fazla ayrıntı verilmediği özellikle vurgulandığına göre, İslam bilginlerinin bu hususta ileri sürdükleri görüş ve teorilerin bir yorum ve tahmin mahiyetinde olduğu, diğer din toplumlarının kültürlerinden de bazı unsurlar içerdiği söylenebilir. Müslüman toplumlarda ruh etrafında oluşan kült ve çeşitli inanışlar da böyle bir yapıya sahiptir.

    a) Ruh Çağırma

    İslam akaidine göre ruh sonradan yaratılmış olduğu için zatı gereği yok olabilir. Fakat Allah onu yok olmaktan korumuş, ilahi irade onun ebediliği yönünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple insan ölünce ruhu yok olmaz, bir başka aleme yükselir. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah, ölüm vaktinde canları alır; ölmeyenin de uyku zamanında canını alır. Eceli gelen canı tutar; gelmeyeni, eceli gelinceye kadar salıverir. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır” (ez-Zümer 39/42) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, kabzedilen ruhun göklere çıkarıldığını, meleklerin iyi ruhları selamladıklarını, alemlerin rabbinin huzuruna getirildiklerini, sonra da dünyaya döndürüldüklerini; kafirin ruhunun ise şiddetle zindana atılmakta olduğunu haber vermiştir.

    Ruhların tekrar bedenle ilişkisinin kabirde mi yoksa kıyamette mi başlayacağı konusu ihtilaflıdır. Ancak, kabir azabının ruh ve beden birlikte olduğu görüşü -ahad haberlere dayanmasına rağmenakaid kitaplarında itikadın bir parçası olarak yer almaktadır. Bunun karşısında ruhun bedene dönüşünün kabirde değil, kıyamette olacağı kanaatine sahip bilginler de vardır. Ruh bedenden ayrı olduğu anlarını ayrı bir alemde (alem-i ervah) geçirir. Kur’an-ı Kerim’de, “Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ dedi. (Onlar da) ‘Evet buna şahidiz’ dediler” (el-A‘raf 7/172) buyurulmaktadır ki, bu ayet insan ruhlarının (insan zürriyeti, insanın devam eden unsuru) bedenlere girmeden önce ruhlar aleminde bulunduğunu ifade etmektedir. İslam bilginlerinden bir kısmı şahsiyet halinde ruhun, insan bedenine girdikten sonra başladığını söyleyerek, “ruhlar alemi” tabirini öldükten sonra bedenlerden ayrılan ruhların vardıkları yer anlamında ele almaktadırlar.

    Ölen kişilerin ruhlarının, arkalarından yapılan hayır ve hasenattan haberdar edileceğine dair haberler var ise de, bu ruhların yaşayan insanlarla irtibatta bulunacağına dair herhangi bir ayet ve hadis veya kabul görmüş bir inanç yoktur. İnsanların gayb alemi ile irtibatı doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın vahyi, meleklerin aracılığı, şeytan ve cinlerin bilgilendirmesi vasıtalarıyla olabilmektedir. İnsanların ölmüş kişilerle, rüya gibi hayal veya ilham alemi hariç, buluşması mümkün görülmemiştir. Melekle görüşüp ondan haber alma peygamberlere has bir özellik olmakla birlikte, cin ve şeytanların insanlardan kendilerine yakın kabul ettikleri kişilere haber ilettiklerine dair bazı naslar da vardır (el-Hicr 15/18; eş-Şuara 26/223; es-Saffat 37/10; Buhari, “Tefsir”, 31; Müslim, “Selam”, 35; Tirmizi, “Tefsir”, 36).

    Bu ve benzeri bilgilerden anlaşıldığına göre, insanların duyular ötesiyle irtibat vasıtalarından birisi cinlerdir. Onların bilgileri sınırlı, gayb onlar için de kapalı olmakla birlikte cinlerin insanlar için nisbi gayb sayılan bazı olayları bildiği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır. Fakat onlar bildikleri ve müşahede ettikleri olayları yalanlarla karıştırıp insanlara aktarırlar. Bu yüzden, insanlara aktardıkları bazan doğru, bazan da yalan çıkar. Cinler insanları etkilemek için bazı büyücü ve kahinleri seçtikleri gibi bazı spiristleri yani ruh çağırıcıları da seçerler. İşte ruhçuların ruh çağırma seanslarında kendilerine geldiklerini söyledikleri varlıkların bu cinler olması kuvvetle muhtemeldir. Bunlar kendilerini medyumlara ruh diye tanıtıp, söylediklerinin doğru çıkmasıyla da onları kendilerine bağlarlar. Nitekim Hz. Peygamber şeytanın çeşitli şekillere bürünerek insanlara görüneceğine ve onları aldatacağına dikkat çekmiştir.

    İslam dini duyular ötesi aleme ilişkin araştırma yapmayı yasaklamaz, üstelik teşvik eder. Zaten insanın böyle bir araştırma isteği ve merakı doğasında vardır. Ancak bu alanda elde edilen bilgilerin kötü amaçla, dünyevi menfaat sağlama maksadıyla kullanılmasını, İslam inancına uymayan inanış ve telakkilerin benimsenmesini kabul etmez.

    Ruh çağırma olaylarına parapsikoloji ve modern bilimin diğer ilgili dallarının da belli açıklamalar getirdiği görülür. Onların izah tarzı ile din bilginlerinin açıklamaları şöyle bağdaştırılabilir: Parapsikologların “ruh” diye isimlendirdiği varlık fizik yapısı olmayan bir varlıktır. Dini verilere göre, cinleri böyle bir varlık anlayışı kapsamında düşünmek mümkündür. Oysa dinde ruh kavramı daha dar anlamlıdır. Bu duruma göre, dinde “cinlerle haberleşme” diye kabul edilen görüş ile spiristlerin “ruh çağırma seansları” arasında paralellik kurulabilir. Ruh çağırma iddia ve olaylarının izahı bakımından böyle bir sonuca varılabilirse de, bu yoldan elde edilecek bilgilerin bir hüküm ve davranışa dayanak sağlamayacağını, aksi halde kişiyi pişmanlıkla sonuçlanacak büyük bir günaha katabileceğini ifade etmek gerekir. Öte yandan böyle bir yöntemin, inanç yönünden de önemli sakıncalar taşıdığı, insanları Allah’tan başka varlıklardan medet umma eğilimine yönelteceği, bunun da İslam’ın tevhid akidesine aykırı olduğu açıktır. Oysa İslami öğretilere göre insanın görevi, kendi gücü alanında yapabileceği her türlü gayreti sarfetmek, bunun ötesinde yardımı hiçbir araç olmaksızın yalnız Allah Teala’dan beklemektir. Buna göre, gerek inanç gerekse davranış bakımından büyük sakıncalarla yüklü olmasının yanı sıra, çıkar ve istismar aracı olarak kullanılmaya çok elverişli olan ruh çağırma faaliyetlerinin İslam dinince caiz sayılabileceğini söylemek mümkün değildir.

    b) Tenasüh

    İslami literatürde tenasüh, ölüm sonrasında ruhun, bir başka bedene girmek suretiyle yaşadığına, yani ruh göçüne inanış anlamında kullanılır. Aynı kavram Batı terminolojisinde, aralarında ince anlam farkları bulunmakla birlikte metempsychosis, transmigration, reincarnation (reenkarnasyon), incarnation gibi kelimelerle ifade edilir.
    Ölümden sonra canlıların ruhlarının herhangi bir beden içerisinde yeniden yeryüzüne döndüğü inancının, bedenden bağımsız olarak var olan ruhun ölümden sonra da mevcudiyetini devam ettirdiğini kanıtlamak endişesiyle ilkel kavimlerde ortaya çıktığı, eski Hint, Mısır, Yunan din ve kültürlerinin hemen hemen tamamında değişik biçimlerde de olsa bu inancın korunduğu söylenebilir. Hıristiyanlığın aksine benzeri bir inanış Yahudilik’te de görülür. Ancak Ortodoks yahudiler bu inanca açıkça karşıdırlar.

    Kur’an ve hadislerde ruhla ilgili ayrıntılı bilgi mevcut olmamakla, ayrıca tenasühü açıkça reddeden bir ifade bulunmamakla birlikte bu iki kaynakta hayat, ölüm ve ölüm ötesi hakkında yapılan açıklamalar tenasühün İslam’ın esaslarına ve akide sistemine aykırı olduğunu, böyle bir inancın İslam dininde kabul edilemeyeceğini gösterir.

    İslam dininin inanılmasını zaruri kıldığı ahiret alemi inancı ile tenasüh akidesini bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Kur’an, Sünnet ve icma ile sabit olduğuna göre İslam’ın inanılmasını farz kıldığı ahiret alemi İsrafil’in sura birinci defa üflemesinden sonra kıyametin kopması ve evrenin kozmolojik düzeninin bozulup dünyada yaşayan bütün canlı varlıkların aynı anda ölmesi; İsrafil’in ikinci defa sura üflemesinin ardından ise dünyada hayat sürmüş bulunan bütün insanların aynı anda ruhlu-bedenli varlıklar olarak diriltilip dünyada yaptıklarından hesaba çekilmek üzere mahşer yerine sevkedilmeleri ve hesap işlemini takiben inanç ve amellerine göre cennete veya cehenneme atılmaları safhalarından oluşur. Bu itibarla tenasüh inancını İslam’ın ahiret akidesi ile bağdaştırmanın mümkün olmadığı açıktır. Zira tenasüh inancı böyle bir ahiret alemini inkar edip onun yerine ölenlere ait ruhların bu dünyada başka bedenlere intikal ederek yaşamaya devam ettiklerini ve bunun böylece ebediyen sürüp gideceğini iddia etmekte, kıyametin kopmasını ondan sonra yeniden başlayıp ve çeşitli safhalarla sürecek olan öbür alemi reddetmektedir.

    Kur’an-ı Kerim’de ölüm anında dünya hayatına geri dönüp iyi işler yapmak isteğini dile getiren insanın bu arzusunun boşuna olduğu, zira ölen kimsenin dünya ile ahiret alemi arasında bir merhaleyi teşkil eden berzah alemine intikal edeceği ve diriltileceği güne kadar burada kalacağı açıkça bildirilmiş (el-Mü’minun 23/100), belli bir süreyi tamamladıktan sonra evrenin kozmolojik düzeninin bozulacağı, insanların ruhlu-bedenli varlıklar olarak diriltilecekleri ve yaptıklarından hesaba çekilecekleri tereddüde yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır (Yasin 36/78-79; Kaf 50/4; ez-Zümer 98/68). Bununla birlikte İslam muhitinde de zaman zaman bazı yazarların yaygın terimiyle reenkarnasyon inancına temel bulmaya gayret ettiği, böyle bir inanışın İslam akaidine uygun olduğunu ileri sürdüğü de bilinmektedir.

    Tenasüh inancını İslam akaidiyle uzlaştırmak ve dini öğretiden temellendirmek isteyenler görüşlerine delil olarak bazı ayetleri ileri sürerler. Bunlar içinde ilk bakışta tenasüh lehinde yorumlanmaya müsait gibi görülen ayetler şunlardır: “Sizi ölü iken dirilten Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz! Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz” (el-Bakara 2/28), “İnkar edenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bu ateşten çıkmaya bir yol var mıdır?” (el-Mü’min 40/11). Bunlardan birinci ayetin “ölü idiniz, Allah sizi diriltti” şeklindeki başlangıç kısmı insanların ölü halde bulunan topraktan yaratıldıklarını ifade etmektedir. Bundan anlaşıldığına göre insanın varlık sürecinde üç safhası mevcuttur: Yaratılış (hayata geliş) safhası, ölüm safhası ve ahirette tekrar diriliş safhası. Şu halde bu ayetin açık veya gizli bir şekilde tenasüh inancıyla hiçbir ilgisi bulunmadığı, aksine onu reddettiği görülmektedir. İkinci ayet ise, kafirlerin cehennemde Allah’a yakarışlarını tasvir etmekte olup onların sözünü ettiği birinci ölüm dünya hayatının sonunda, ikinci ölüm ise kabirde ilk sorgulama sonrasında vuku bulacaktır. Birinci diriltme kabirde sorgulama için, ikincisi ise kıyametten sonraki ebedi hayat içindir. Bir başka açıklama olarak da kafirlerin cehennemde uğradıkları azaptan dolayı ölecekleri, azabı tatmaları için diriltilecekleri ve bu işlemin iki defa tekrar edeceği şeklindedir. Bu yorumu destekleyen bazı ayet ve hadisler de yok değildir (bk. en-Nisa 4/56; Buhari, “Tevhid”, 24). Bu itibarla ayetteki iki defa öldürülüp iki defa diriltilmenin dünya hayatıyla ve tenasühle bir irtibatı yoktur.

    Tenasüh inancı naslara aykırı olduğu gibi akli bakımdan da tutarsız görülmekte, metafizik ve mantık ilkelerine dayanan bazı haklı eleştirilere tabi tutulmaktadır. İnsan bilincinin sürekliliği ve kişisel kimliğin korunması açısından ele alınacak olursa, reenkarnasyon iddialarının makul olabilmesi için insanın, şu anda neticesini yaşadığı ileri sürülen önceki hayatını mutlaka hatırlaması gerekirdi. Halbuki hiç kimse daha önce bir bedende yaşadığını hatırlamamakta, aksine insan, kendisinde onun diğer varlıklardan ayrı bir kişiliğe sahip olduğunu gösteren bir benlik şuuru bulunduğunu hissetmektedir. Diğer taraftan tenasüh akidesi ahlaki nedensellik ihtiyacını tatmin etmekten ve dolayısıyla insanın sorumluluğunu temellendirmekten de uzaktır.

    Bu tutarsızlıklarının yanı sıra tenasüh akidesi hem insanın kalıtım yoluyla ebeveynden çocuklara intikal eden ruhi-bedeni özelliklerini açıklayamamakta, hem de dünyada sürekli olarak devam eden nüfus artışına makul bir izah getirememektedir. Zira bugün bilim insanın kalıtım yoluyla kazandığı ruhi-bedeni özellikleri bulunduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. Tenasüh iddiasına göre ölümle birlikte başka bir bedene intikal eden ruhun kendi karakterine uygun bir bedeni nasıl seçtiği ve bu durum karşısında kalıtımın nasıl açıklanacağı bilinememektedir. Yine tenasüh inancına göre evrendeki ruhlar belli sayıdadır. Bu durumda dünya nüfusunun statik olması veya azalması gerekirdi. Halbuki realite bunun aksini göstermektedir.

    Yukarıda temas edilen dini ve bilimsel gerekçeler sebebiyledir ki, tenasüh inancı İslam’ın ilkeleriyle ve akidesiyle bağdaşmaz. Günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan tenasüh iddialarından çoğu magazin haberciliğinin üretimleri, geri kalanları da kişisel fantazi ve yanılgılardır. Olayın gündemde kalması ve zaman zaman geniş kesimlerin ilgisini uyandırması ise, bir yönüyle dini bilgi ve şuur eksikliğinden, diğer yönden de insanların ruhlar aleminin ve ölüm ötesinin gizemine olan derin ilgisinden ve bu alana ait iddiaların çürütülmesinin de kolay olmayışından kaynaklanmaktadır.