İslam tevhid dinidir. Tevhid, Allah’ı zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegane tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu ayetler bu hususu vurgulamaktadır: “Hepiniz Allah’ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın” (Al-i İmran 3/103), “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız” (el-Enfal 8/46). Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti, müslümanların bölünmesine yol açmama şartı ile sınırlıdır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Siz kendilerine apaçık ayetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın” (Al-i İmran,
    3/105). Ayete göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanı sıra, hakkında apaçık ayet ve deliller bulunan iman esaslarının, İslam’ın şartlarının ve farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dini hükümlerin müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması caiz değildir. Ancak yoruma müsait olan hususların anlaşılması çerçevesinde farklı ilmi görüşler ortaya koymak serbesttir. İşte İslami mezhepler bu noktada kullandıkları metot ve anlayış farklılıklarından doğmuştur. Nitekim fıkhi konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir (bk. Ebu Davud, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).

    Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasi bir kısmı da fikri sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasi nitelikli ihtilaflar da zamanla fikri ve dini şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Haricilik ve Şia gibi siyasi-itikadi mezhepler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadi mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadi alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşabih ayetlerin anlaşılması, ru’yetullah, Allah’ın iradesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür.



    Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” (Ebu Davud, “Sünnet”, 1; İbn Mace, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir. Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste geçen “kurtuluşa erenler” ve “ateşte olanlar” ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i naciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rum,
    30/35) şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.

    Ehl-i sünnet dini literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah’ın kitabını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ve sahabenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” adıyla da anmış, “ehl-i hak” terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen “kurtuluşa erenler” ifadesinden hareketle kendisini “fırka-i naciye” olarak nitelendirmiştir.

    Ehl-i sünnet, Allah’ın zatı, sıfatları, alemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mucize ve keramet, şefaat, haşir ve ahiret gibi İslam akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Matüridiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye’ye “Ehl-i sünnet-i hassa”, Matüridiyye ve Eş‘ariyye’ye “Ehl-i sünnet-i amme” denildiği de olur. Ehl-i sünnet’in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlal etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90’dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.

    Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dini literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber’in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslam ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet’e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Batıniyye gibi mezheplerin bir kısmını, görüşleri itibariyle İslam ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hariciye, Mu‘tezile ve Şia gibi diğer bir kısmını da İslam dairesi içinde ve İslam ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir.

    Bir kısım itikadi görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslam dünyası Ehl-i sünnet (Sünni) ve Şia (Şii) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:

    a) Selefiyye

    Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslami literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslam büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek ayet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsime düşmeyen (Allah’ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah’ın zati, fiili ve haberi sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye’ye “Sıfatiyye” de denilmiştir. “Ehl-i sünnet-i hassa” ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahabilerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tabiun, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye’dendirler. Eş‘arilik ve Matüridilik ortaya çıkıncaya kadar, Sünni müslüman çevrede hakim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şafii, Malik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebu HanifeEvzai, Sevri gibi müctehid imamlar, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Darimi, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberi, Hatib el-Bağdadi, Tahavi, İbnü’l-Cevzi ve İbn Kudame gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir.

    İlk dönem (mütekaddimun) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, ayet ve hadisle yetinmek, manası apaçık olmayan, bu sebeple de başka manalara gelme ihtimali bulunan ayet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah’a havale etmektir. Selefiyye’nin müteşabihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir” (el-Feth 48/10) ayetini Selefiyye şöyle değerlendirir: “Yüce Allah ayette elinin(yed) varlığını bildirmektedir. Allah’ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen manayı Allah’a havale ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka bir manaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez, Allah’ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız”. İmam Malik’e (ö. 179/795) “Allah Teala Kur’an’da rahman arşa istiva etti (Taha 20/5) buyuruyor. Nasıl istiva etti?” diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: “İstiva bilinen bir şeydir (ayetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. Allah’ın arşa istiva ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkında soru sormak da bid‘attır”.

    Selefiyye, müteşabih ayet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelamcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sufileri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid‘atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicri VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hakim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır. Selef’in akılcılığı hiçbir zaman kelam ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Sonraki dönemin en meşhur Selef alimleri (müteahhirin-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü’l-Vezir (ö. 840/1436), Şevkani (ö. 1250/1834) ve Mahmud Şükri el-Alusi (ö. 1342/1924) sayılabilir.

    Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbeli olanlar akaidde Selefi’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12’si Selefi’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir.

    b) Eş‘ariyye

    Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş‘ari’nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş‘ari, hicri 260 (873) yılında Basra’da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu‘tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebu Ali el-Cübbai’ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile’den ayrılmış ve Eş‘ariliği kurmuştur. İmam Eş‘ari 324 (936) yılında Bağdat’ta ölmüştür. İmam Eş‘ari’nin fıkıhta Şafii mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir.

    İmam Eş‘ari, Allah Teala’nın ezeli sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, ayet ve hadislerin yanında akli deliller de kullanmıştır. Eş‘ari’nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelamcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş‘ari kelam bilginleri arasında, Bakıllani (ö. 403/1013), İbn Furek (ö. 406/1015), Cüveyni (ö.478/1085), Gazzali (ö. 505/1111), Şehristani (ö. 548/1153), Amidi (ö. 631/1233), Fahreddin er-Razi (ö. 606/1210), Kadi Beyzavi (ö. 685/1286), Teftazani (ö. 793/1390) ve Cürcani (ö. 816/1413) sayılabilir.

    Eş‘arilik, daha çok Mu‘tezile’ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple Eş‘arilik, Selef inancına Matüridilik’ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş‘ari bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelamda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş‘ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır.

    Sünni müslümanların % 13’ünü oluşturan Malikiler’in hemen hemen tamamı ile % 33’ünü teşkil eden Şafiiler’in dörtte üçü, Hanefiler’le Hanbeliler’in çok az bir kısmı inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş‘arilik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya’da yayılmıştır.

    c) Matüridiyye

    Akaid konusunda Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridi’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır.

    İmam Matüridi yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan’da Semerkant şehrinin bir köyü olan Matürid’de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Matüridi’nin eserleri incelendiğinde, onun kelam, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem ayet ve hadislerle hem de akli delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile ve Şia’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant’ta vefat etmiştir.

    İslam dünyasında hicri II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid‘atçı mezheplere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile’ye, Selef’in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, ayet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, akli açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelamının iki önemli mezhebi Matüridiye ve Eş‘ariyye ortaya çıkmıştır.

    Matüridilik, akaid sahasında ayet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Matüridi’den itibaren kelam metodunu gittikçe geliştirmiştir. Matüridiyye, bazı konularda Selef’e Eş‘ariyye’den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Matüridiliği Hanefiliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Matüridi’nin, İmam Ebu Hanife’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebu Hanife’nin ve Hanefiliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Matüridi ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Matüridiliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelam mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Matüridilik, Maveraünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş‘arilik kadar şöhret bulamamıştır. Hakim es-Semerkandi (ö. 342/953), Ebu Seleme es-Semerkandi (ö. IV/X. asır), Ebü’l-Yüsr Muhammed el-Pezdevi (ö. 493/1100), Ebü’l-Main (Muin) en-Nesefi (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefi (ö.537/1142), Ebü’l-Berekat Hafızüddin en-Nesefi (ö. 710/1310), Burhaneddin en-Nesefi (ö. 687/1289), İbnü’l-Hümam (ö. 861/1457), Kadı Celaleddinzade Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyazizade Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en meşhur Matüridi kelamcılarıdır.

    Matüridiyye Ehl-i sünnet’in temel prensiplerinde Eş‘ariler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar: 1. Dini tebliğ olmasa da kişi akılla Allah’ı bulabilir. 2. İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Allah Teala bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır. 3. Kulda başlı başına bir cüz’i irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır. 4. Yüce Allah’ın diğer sıfatları gibi tekvin sıfatı da ezelidir. 5. Allah kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez. 6. Allah’ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir. 7. Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple kadın peygamber gönderilmemiştir. 8. Allah’ın nefsi kelamı işitilemez. İşitilen nefsi kelamın varlığını gösteren lafzi kelam yani Kur’an’ın harf ve sesleridir.

    Bugün dünyadaki Sünni müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefiler’in büyük bir çoğunluğu inançta Matüridi mezhebine bağlıdırlar. Matüridiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre’de yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefi, inançta Matüridi’dirler.

    d) Mu‘tezile

    Mu‘tezile, kelime olarak “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basri’nin (ö. 110/728) dersini terkeden Vasıl b. Ata (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini “ehlü’l-adl ve’ttevhid” diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelam ilmi hicri IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu‘tezile’nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelam ilminin Mu‘tezile’nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü’l-Hüzeyl elAllaf (ö. 235/850), Nazzam (ö. 231/845), Cahiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbai (ö. 303/916), Kadi Abdülcebbar (ö. 415/1025) ve Zemahşeri (ö. 538/1143) gibi büyük kelamcılar yetiştirmiştir. Abbasiler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şia’nın Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hariciliğin İbazıyye kolunda yaşamaktadır.

    Mu‘tezile’nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da;
    1. Allah’ın zat ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid), 2. Kulların ihtiyari fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah’a gerekli olduğu (adl), 3. İyilik yapanın mükafat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaid), 4. Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne’l-menzileteyn), 5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara farz olduğu (emir bi’l-ma‘ruf nehiy ani’l-münker) prensipleridir.

    e) Cebriyye

    İrade hürriyeti konusunda Mu‘tezile’ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren ayetlerden (elA‘raf 7/178, et-Tevbe 9/51, er-Ra‘d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, elİnsan 76/30) hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkanı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek failinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kaza-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.

    f) Haricilik

    Haricilik ekolü (Havaric), Hz. Ali ile Muaviye arasında geçen Sıffin Savaşı’ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali’ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hariciler’in ilk planda dini hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslam toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Haricilik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevilerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbazıyye kolu günümüze kadar yaşama imkanı bulmuştur. Günümüzde İbaziler’e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın sadece zahirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet’e göre bazı farklı fıkhi görüşleri de vardır.

    g) Şia

    Şia, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hal-i hazır İslam dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadi, fıkhi ve siyasi mezheptir. Sözlükte “taraftar, yardımcı” anlamına gelen Şia, literatürde Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifeliğe en layık kişi olarak gören ve onu ilk meşru halife kabul eden, vefatından sonra da hilafete Ali evladının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman’ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasi gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicri II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadi bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.

    Ancak, İslam dünyasında Şia hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali’yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etkisinin bulunduğunu da söylemek doğru olur.

    Şia’nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye-İsnaaşeriyye’den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali’nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelabidin’e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadi konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefi mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şia içindeki en mutedil fırka olan Zeydiler, hilafetin Hz. Ali’nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetini de meşru görürler. Hilafetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve devlet başkanının masum olduğu fikrini de kabul etmezler.

    Ca‘fer es-Sadık’ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şia içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti. İsmaililer’in hicri IV. yüzyılın başında Fatımi Devleti’ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmaililer’i (Nizariyye-Müsta‘liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve batıni te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da rastlanmaktadır.

    İmamiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şia’nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imamet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnaaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sadık’ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup ravilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilafetini meşru görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber’in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (masum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdi) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali’ye biat etmeyen sahabilere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir. İmamiyye halen İran’ın resmi mezhebi olup Irak’ta ve Azerbaycan’da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur.

    Hz. Ali döneminde başlayan, Emevi ve Abbasi dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasi mücadeleler ve imamet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadi esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasi, itikadi ve fıkhi açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şia, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilaflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadi görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet alimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah’a, ahirete, Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekat, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslami ahkam konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mutedil Şia, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin itikadi ve fıkhi görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.