İnsanın iç dünyasıyla, ruhi ve manevi yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerine itikad ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir cephe ve zenginlik kazandırmıştır. Tasavvuf kelimesi Kur’an’da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik, takva, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zahid ve abid deniliyordu. Hicri III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sufi, sufiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı.

    Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlakı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve manen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok ahirete önem vermek, maddi değerlerden fazla manevi değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir.



    a) Tasavvufi Düşüncenin Dini ve Fikri Temelleri

    İslam, müminlerin dünya hayatına ve maddi zevklere dalmamalarını, ahirete ve manevi değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur: “Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir” (en-Naziat 79/38). “Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama ahiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır” (el-A‘la 87/16). Tasavvufta dünya hayatına ahiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. Allah Teala buyurur:

    “Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir” (Al-i İmran
    3/185). “Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir” (Muhammed 47/36). “Allah’ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın” (Lokman 31/33). “Dünya menfaati önemsizdir, takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır” (en-Nisa 4/77). “Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, ahiret ise gerçek bir hayattır” (Ankebut 29/64). “Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlada sahip olma yarışıdır” (el-Hadid 57/20). “Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır” (el-Kehf 18/46).

    Kur’an-ı Kerim birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır: “Onlara şunu misal ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgarın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah’ın gücü her şeyin üstündedir” (el-Kehf 18/45; Al-i İmran 3/117; Yunus 10/24; el-Hadid 57/20).

    Kur’an-ı Kerim’e göre insan dünyadan çok ahireti istemelidir: “Kim ahiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama ahirette bir nasibi olmaz” (eş-Şura 42/20; el-Bakara 2/200; Al-i İmran 3/145; Hud 11/15). Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler ahirette ve Allah katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisa 4/94).

    Hadis-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: “Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say” (Buhari, “Rikak”, 3; Tirmizi, “Zühd”, 25; İbn Mace, “Zühd”, 6). “Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever” (İbn Mace, “Zühd”, 1).

    “Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, ahirete ısındırır” (İbn Mace, “Cenaiz”, 47). Hz. Peygamber dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır (Buhari, “Rikak”, 3; Tirmizi, “Zühd”, 25).

    Hz. Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış; dünya malına tamah etmemiş, maddi zevkler peşinde koşmamış, daima ahiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur: “Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim” (Buhari, “Zekat”, 4; Müslim, “Zekat”, 31).

    Hz. Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silah ve vakıf arazisinden ibaretti (Buhari, “Vesaya”, 1).

    Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzab 33/28; Buhari, “Tefsir”, 66; Müslim, “Talak”, 5).

    Dünyayı ahiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zahid denir. Kur’an ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir.

    Ahiretin dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibadet eder, hak hukuk gözetir, ahlak kurallarına bağlı kalır, haram ve helali bilir. Böyle bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok ahirete önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur.

    Yüce Allah namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetleri farz kılmıştır. Hz. Peygamber ise farz olan ibadetlerle yetinilmemesini, nafile ve sünnet olanların da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvabin ve tahiyyetü’l-mescid gibi diğer nafile namazlar, receb ve şaban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah’a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nafile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşu ve ihlasla yerine getirmek esastır. Sufiler özellikle farz olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz.

    İslam’da kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrail Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber’in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuara 26/194). Vahiy de ilham da kalbe gelir. “Allah’ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur” (eş-Şuara 26/89; es-Saffat 37/84; Kaf 50/33). “Allah sekineti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir” (el-Feth 48/4). “Kalpler Allah’ı zikretmekle itminan bulur” (Yunus 10/74). Onun için Allah’ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzab 33/41). Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir (Buhari, “İman”, 41; Müslim, “İmaret”, 155).

    Kur’an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır: “Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur” (el-Hac 22/46). Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur’an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. “Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer” (bk. eş-Şems 91/9-10).

    Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir” (Buhari, “İman”, 39; Müslim, “Müsakat”, 107). Bir hadiste, “Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor” (Darimi, “Buyu‘”, 2; Müsned, IV, 228) denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir.
    Hz. Peygamber, “İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir” (Müsned, IV, 194, 228) buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini tavsiye etmiştir. Kur’an’da ve hadislerde takvaya büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, “Takva buradadır” demişti (Müsned, V, 379).

    Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sufilere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufi düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır.

    Allah Korkusu. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde “havfullah (mehafetullah) ve haşyetullah” denilen Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah’ın gazabından ve azabından korkmaları lazımdır. Kur’an’da “Eğer inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya layık olan Allah’tır” (et-Tevbe 9/13; el-Ahzab 33/37), “Onlardan değil, benden korkun” (Al-i İmran 3/175) buyurulur. Kişi insanlardan değil, Allah’tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teala’nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. Allah Teala böyle kullarını över: “Onlar Rablerinden de, kötü azaptan da korkarlar” (er-Ra‘d 13/28). “Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmazlar” (et-Tevbe 9/18; el-Ahzab 33/39).

    Başta peygamberler ve veliler olmak üzere bütün müminler Allah’tan korkar. Hz. Peygamber, “Allah’ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim” buyurmuştur (Buhari, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezail”, 35). Bir hadiste de “Hikmetin başı Allah korkusudur” (Acluni, Keşfü’l-hafa, I, 421) buyurulmuştur. Allah’tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah’tan korkanların ahirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277). İşte Allah’ın veli ve ergin kulları bunlardır.

    Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sufiler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah’ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.

    Allah Sevgisi. Bu sevgi İslam’daki manevi hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlak gibi davranışlar İslam açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah’a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teala’yı seven onun kelamı olan Kur’an’ı ve resulü olan Hz. Muhammed’i, onun dava arkadaşları olan sahabeyi de sever. Kısaca Allah’ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever.

    Kur’an’da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur: “İman edenler Allah’a olan sevgileri ise çok fazladır” (el-Bakara 2/115). Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu ayet başta olmak üzere birçok ayette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilahi aşka işaret edilir.

    Bir müslüman Allah’ı, Resulü’nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur’an’ın ifadesiyle “Allah’ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin, Allah günahkar bir toplumu hidayete erdirmez” (et-Tevbe 9/24) tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı şudur: Bir müslümanın Allah’ı, Resulü’nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir.

    Hz. Peygamber “Allah ve Resulü’nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez” deyince Hz. Ömer, “Ey Allah Resulü! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum” demiş, Hz. Peygamber de “Olmadı ya Ömer!” demişti. Hz. Ömer, “O halde seni kendimden de çok seviyorum” deyince Resulullah “Şimdi oldu ya Ömer!” buyurdu (Buhari, “İman”, 9; Müslim, “İman”, 15).

    İslam’da Allah’la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler. Kur’an şöyle der: “”Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” (el-Maide 5/54). İslam inancına göre Allah Teala vedud ve velidir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.

    Kur’an’da Allah’ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır:

    “Allah adil olanları sever” (el-Mümtehine 60/8; el-Hucurat 49/9). “Allah temiz insanları sever” (et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222). “Allah takva sahibi kullarını sever” (Al-i İmran 3/76, et-Tevbe 9/4, 7). “Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever” (Al-i İmran 3/148, el-Maide 5/13, 93). “Allah tevekkül ehlini sever” (Al-i İmran 3/159). “Allah sabırlıları sever” (Al-i İmran 3/146). “Allah tövbe edenleri sever” (el-Bakara 2/222).

    Yüce Allah, Peygamberimiz’i herkesten çok sevdiği için ona “habibullah” (Allah’ın sevgilisi) denilmiştir (Tirmizi, “Menakıb”, 1). Nitekim Hz. İbrahim için de “halilullah” (Allah’ın dostu) ifadesi kullanılmıştır.

    Burada sözü edilen adalet (kıst, vera‘), temizlik, takva, ihsan, tevekkül, sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sufiler ve veliler Allah’ın sevgili kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye çalışır, ilahi sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan hususlardan dikkatle kaçınırlar. Çünkü Allah zalimleri, kafirleri, günahkarları, kibirlileri, hainleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez (eşŞura 42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisa 4/107, el-Hadid 57/23, el-Hac 22/38, elMaide 5/64, el-A‘raf 7/31, el-Maide 5/87).

    Seven sevgilisine itaat eder, ona tabi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır.

    Allah’ın peygamberine uymak Allah’ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur: “Ya Muhammed: De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki O da sizi sevsin” (en-Nisa 4/80).

    Resulullah’a itaat Allah’a itaat demektir: “Resulullah’a itaat eden Allah’a itaat etmiştir” (en-Nisa 4/80).

    Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsi bir hadiste, “Benim için birbirini sevenleri sevmem vaciptir” (Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber, “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” (Müslim, “İman”, 93; Ebu Davud, “Edeb”, 131). “Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz” (Buhari, “İman”, 7) buyurarak bu sevgi ile kamil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir.

    İslam, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları Allah’a ve Resulü’ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, “Kişi sevdiğiyle beraberdir” buyurmuştur (Buhari, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 165).

    Bir müslüman Allah’ın gazabına uğramamak ve cehennem azabından kurtulmak için yaratıcısına ibadet eder. Bu amaçla ibadet etmek caizdir. Genellikle halk, özellikle zahidler ve abidler bu maksatla ibadet ederler. Cennete girmek ve oradaki nimetlerden yararlanmak için Allah’a ibadet ise evvelkine göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf Allah’ın emrine uymak, rızasını kazanmak için Allah’a ibadet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin, sağ iken cennetle müjdelenen on sahabenin, velilerin ve ariflerin ibadetleri böyledir. Rabia el-Adeviyye’nin dediği gibi onlar cehennem ve cennet olmasa da Allah’a ibadet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler. Nitekim bu konudaki hadislerden birinde, “Suhayb, Allah’ın ne hoş bir kuludur ki ondan korkusu olmasa bile günah işlemez”, diğerinde, “Ebu Huzeyfe’nin azatlası Salim, Allah’a aşık olduğundan O’ndan korkmasa bile günah işlemez” (Acluni, Keşfü’l-hafa, II, 323) buyurulmuştur.

    Tasavvufta hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah’a ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicri II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sufi Rabia el-Adeviyye’dir (ö. 185/801). Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslami bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd ahirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir manevi hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı manevi hayattır.

    Tasavvufta Allah sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için sufilerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları şu hadis-i şerife bakmak yeterlidir. Kutsi hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm” (Buhari, “Rikak”, 38).

    Tasavvuf kulun Allah’a yaklaşması ve O’nunla böyle bir manevi ilişki kurmasıdır. Allah kuluna şah damarından daha yakındır (Kaf 50/16). Allah’ın bir ismi “el-karib”dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği kullarına özel bir anlamda yakındır. Allah’ın yakınlığını kazanan insanlara mukarreb denir (el-Vakıa 56/88-89).

    Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı, İslam’ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif edilmiştir: “İhsan, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir” (Buhari, “İman”, 37; Müslim, “İman”, 57). Kur’an-ı Kerim’de, “İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan üzere olanları sever” (el-Bakara 2/195; el-Maide 93) buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu hadisten İslam’ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İslam, iman ve ihsan mertebeleridir. İslam zahir, iman zahir ve batındır. İhsan ise zahir ve batının hakikatidir. İslam’da bilgi amelle, amel ihlasla, ihlas da Allah’ın rızasını taleple kemale erer. Bilgi, ihlas ve rıza bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: “Kendilerine ilim verilenler derece derecedir”. “Amel edenlerin de mertebeleri vardır”. “Bakın nasıl bazısını diğer bazılarına üstün kıldık” (el-Mücadele 58/11; el-Ahkaf 46/19; el-İsra 17/21).

    b) Tarihi Gelişim

    Hz. Peygamber, sahabe, tabiin ve tebeu’t-tabiin dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen manevi bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran ahirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah’ın rızasını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur’an’ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber’di (el-Ahzab 33/21).

    Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahabeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevi kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz‘un, Mus‘ab, Ammar, Habbab, Bilal, Suhayb, Selman, Ebu Zer, Mikdad, Muaz, Ebü’d-Derda, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahabenin abid ve zahidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan abid, zahid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki alim ve zahidler İslam’ın ilim, ihlas, takva, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır.

    Veysel Karani, Ebu Müslim el-Havlani, Habib el-Acemi, Hasan-ı Basri, Abdülvahid b. Zeyd, Şeyban er-Rai, Salih el-Mürri, Ferkad es-Senci, Malik b. Dinar, İbnü’s-Semmak, İbrahim b. Edhem, Şakýk-i Belhi, Davud et-Tai, Fudayl b. İyaz ve benzeri pek çok abid ve zahid ikinci nesli, silsilenin ikinci halkasını oluşturur.

    Tasavvufta söz konusu neslin yaşadığı zaman hicri I ve II. (VII ve VIII.) asırları kapsar ve zühd dönemi diye bilinir. Bu dönemde tasavvuf tohumunun çimlenmiş bir şekli mevcuttur. Bundan sonra gelen ve üçüncü halkayı oluşturan İbrahim el-Havvas, Bişr el-Hafi, Seri es-Sakati, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami, Haris el-Muhasibi, Zünnun el-Mısri, Hamdun el-Kassar, Ma‘ruf-i Kerhi, Ahmed b. Hadraveyh, Ebu Süleyman ed-Darani, Sehl etTüsteri gibi sufiler tasavvufun ilk temsilcileri ve müjdecileridir. Tasavvufi hayat geniş ölçüde bunların tesbit ettikleri hedefler yönünde gelişmiştir.

    Kuşeyri’nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet’in bünyesinden doğmuştur. İlk sufilerin hepsi Sünni’dir. Sufiliğin ortaya çıktığı dönem İslam dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelam gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelamcı (muhaddis, fakih, mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur’an ve hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i sünnet muhitinde doğan İslam’daki ruhi ve manevi hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat tarzının temelleri Kur’an ve Sünnet’in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sufiler fikirleri ve manevi tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufi hayat tarzını sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvufi hayatın bazı yenilikler içermesi ve farklılık göstermesi bundandır.

    Büyük sufilerin yetiştiği hicri III ve IV. (IX ve X.) yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış, sufiliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer taraftan aynı dönemde melamet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufi ekoller ortaya çıkmıştı. Ma‘ruf-i Kerhi, Seri es-Sakati, Haris el-Muhasibi ve Cüneyd-i Bağdadi gibi ünlü sufiler Irak’ta tasavvuf adı altında İslam’ın manevi hayatını geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdun el-Kassar (ö. 271/884) melamet adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebu Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şah Şuca‘-ı Kirmani gibi Horasanlı dindarlar ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melamet ehli ihlas ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bayezid-i Bistami (ö. 234/848) son derece özgün yorumlar yapıyordu.

    Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan en meşhur eserler ve yazarları ise şunlardır:

    Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) er-Riaye li-huk†kıllah, Cüneyd-i Bağdadi (ö.297/ 909) Resail, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283/896) et-Tefsir, Hakim et-Tirmizi (ö. 320/932) Hatmü’l-velaye, Hallac-ı Mansur (ö. 309/921) Kitabü’tTavasin, Ebu Nasr es-Serrac (ö. 378/988) el-Luma‘, Kelabazi (ö. 380/990) et-Taarruf, Ebu Talib el-Mekki (ö. 386/996) K†tü’l-kulub, Sülemi (ö. 412/1021) Tabakåtü’s-sufiyye, Ebu Nuaym İsfahani Hilyetü’l-evliya, Kuşeyri (ö. 465/1072), erRisale, Hücviri (ö. 470/1077) Keşfü’l-mahcub, Abdullah Ensari el-Herevi (ö.
    481/1088) Menazilü’s-sairin, Gazzali (ö. 405/1111) İhyaü Ulumi’d-din. Bu eserlerin tamamına yakını matbu olup bir kısmı Türkçe’ye de çevrilmiştir. Bu yazarların tasavvuf konusunda daha başka değerli eserleri de vardır. Özellikle Sehl etTüsteri’nin, Sülemi’nin, Kuşeyri’nin ve Abdullah el-Ensari’nin tefsirle ilgili eserleri işari tefsirler bakımından önemlidir. Sülemi’nin Tabakåt’ı ile Ebu Nuaym’ın Hilye’si ise evliyanın hayat hikayelerine ve menkıbelerine dairdir. Tasavvufun doğuşunu, gelişmesini ve ilk sufilerin yaşama tarzlarını her biri bir tasavvuf klasiği niteliğinde olan söz konusu eserlerden izlemek mümkündür.

    Hicri VI. (XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir manevi hayat tarzıdır. Geniş ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhi hayat tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikri harekette felsefi etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sufilerin manevi tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu, daha çok sufilerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir felsefedir. Tasavvufi hayat, öz ve hareket noktası itibariyle İslami temeller üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü’l-Cevzi, İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini sert bir biçimde eleştiren alimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.

    c) Tasavvufta Örgütlenme Dönemi

    Tasavvufun ferdi yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayat, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve talip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, manevi hayatı beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufi hayat tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya gelerek yaşadıkları manevi ve deruni deneyler konusunda fikir alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri sufiler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat ve sohbet şeyhi, müridlere de sahip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sahipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul ediliyordu. Cüneyd-i Bağdadi, “Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların ardında yapardık” derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufi hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha önemlisi ilahi sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkan ölçüsünde rububiyyetin sırlarına aşina olmayı amaçlar. Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve erkan öğreten, onları terbiye eden, ahlaklarını güzelleştiren yönü kadar söz konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, manevi alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir.

    Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufi sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sufilerin tasavvufi görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine imkan verdi. Böylece Tayfuriyye (Bistamiyye), Cüneydiyye, Musahibiyye, Sehliyye, Hakimiyye, Hafifiyye, Seyyariyye, Nuriyye, Harraziyye, Kassariyye (Melametiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufi cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, manevi hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufi gelişmeyi hızlandırdı.

    Söz konusu tasavvufi sohbetler ve cemaatler hicri VI. (XII.) asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Abdülkadir-i Geylani’ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Kadiriyye, Ahmed Yesevi’ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Yeseviyye, Ahmed er-Rifai’ye (ö. 578/1183) nisbet edilen Rifaiyye, Ebü’n-Necib es-Sühreverdi’ye (ö. 563/1167) nisbet edilen Sühreverdiyye, Ebü’l-Hasan eş-Şazeli’ye (ö. 593/1196) nisbetle Şazeliyye tarikatları bu asırda ortaya çıktı. Bunları Necmeddin-i Kübra’ya (ö. 618/
    1221) nisbetle anılan Kübreviyye, Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye (ö. 672/1273) nisbet edilen Mevleviyye, Ahmed el-Bedevi’ye (ö. 675/1277) nisbetle Bedeviyye gibi tarikatlar izledi. VII. (XIV.) asırda ise Bahaeddin Nakşibend’e (ö. 791/1389) nisbetle Nakşibendiyye, Siraceddin Ömer’e (ö. 800/1397) nisbet edilen Halvetiyye tarikatları kuruldu. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas’tan Endonezya’ya, Somali’den Kazan’a kadar İslam ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevleviliğin yanı sıra Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Veli’ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektaşiyye, Hacı Bayram-ı Veli’ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdai’ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka Ahi Evran diye bilinen Şeyh Nasirüddin (ö. 660/1262) Kırşehir’de ahilik teşkilatını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu’da birçok şehirde örgütlendi. 1071’de Anadolu fethedildikten sonra Irak’tan, Suriye’den, daha fazla da Horasan’dan gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslamiyet’in Anadolu’da ve Balkanlar’da yayılmasında etkili oldular.

    d) Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi

    Sufilik ve sufi cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekanlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş yerleri, sufilerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekanlara ve binalara ihtiyaç duyuldu. Herevi’nin Tabakåtü’s-sufiyye’de dediği gibi ilk tasavvufi kurum Suriye’de Remle’de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat, tekke, zaviye, dergah, asitane gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdi olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkan öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman çeşitli dini ve dünyevi ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir manevi havayı meydana getirmelerine imkan verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve musiki olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.

    Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur. Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebu Said Ebü’l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdi (ö. 632/1234) Avarifü’l-maarif isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.

    VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır. İbn Arabi (ö. 638/1240) kendisinden önceki sufilerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücud terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya attı. el-Fütuhatü’l-Mekkiyye ve Füsusü’l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücud eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelamdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevi, Fahreddin-i Iraki, Abdülkerim el-Cili, İbn Farız, Aziz Nesefi, Şebüsteri, Abdürrezzak el-Kaşani ve Cami gibi ünlü sufiler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücudu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.

    Diğer taraftan Ebu Said Ebü’l-Hayr Arapça’nın yanı sıra Farsça’yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücviri izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü’l-mahcub’u yazdı. Baba Tahir (ö. 410/1019) ve Senai (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufi düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı adeta tasavvufun dili haline getirme yolunu tuttular. Onları bu yolda Attar (ö. 627/1223) ve Mevlana (ö. 672/1273) gibi ünlü sufi şairler izledi. Mevlana’nın Mesnevi ve Divan-ı Kebir isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsteri (ö. 720/1320) Gülşen-i Raz’da, Fahreddin Iraki (ö. 688/1289) Lema‘at’ta, Cami (ö. 898/1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.

    Yusuf el-Hemedani’nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufi şiirlerini Divan-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra Mansur Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengi Ata, Said Ata, Süleyman Hakim Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan’da devam ettirdiler. 1071’de Anadolu’nun fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevi geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar. Ahmed Yesevi’nin şiir anlayışı Yunus Emre’de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar’daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed’in (ö. 855/1451) Muhammediyye’si, Ahmed-i Bican’ın (ö. 858/1454) Ahmediyye’si ve Envaru’laşık¢n’i, Eşrefoğlu Rumi’nin (ö. 874/1469) Divan’ı ve Müzekki’n-nüfus’u, Niyazi-i Mısri’nin (ö. 1150/1737) Divan’ı, Anadolu ve Balkanlar’da büyük bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü. Başta Yunus Emre’ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dini musikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. İlahi denilen bu tür şiirler coşkuyla okundu ve dinlendi.

    Osmanlılar’da tekke edebiyatı kadar tasavvuf musikisi de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevihaneler bu işin öncülüğünü yaptı.

    e) Tasavvufta Sapmalar

    Tasavvuf beden-ruh, zahir-batın, lafız-mana ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihi seyir içinde zaman zaman zahir ile batın, zahiri-şer‘i ilimlerle batıni-manevi ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebu Nasr es-Serrac, Ebu Talib el-Mekki, Kuşeyri, Hücviri ve Gazzali gibi büyük mutasavvıf alimler değerli eserler yazmışlar, böylece zahir ehli ile batın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır.

    Zahir ile batın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilafın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman ihtilaf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır.

    Söz konusu ihtilafın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslam’a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dini geleneklerden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne aşina olan zümreler ve fertler İslam öncesi sahip oldukları dini inançları ve felsefi kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslam’a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufi hayatta bazı sapmalar olmuştur.

    Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sufiler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sufiler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zahir uleması tarafından da eleştirilmiştir.

    Sülemi bu konuda Galatatü’s-sufiyye adıyla bir eser yazmış, Serrac da elLüm‘a’da bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.

    1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah’a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan azat olacağını iddia etmişler: “Yakın gelene kadar Rabbine ibadet et” (el-Hicr 15/99) mealindeki ayeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır.

    Hakiki sufiler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki ayette geçen “yakın” kelimesini “ölüm” şeklinde yorumlamışlardır. Allah’a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.

    2. Riyadan kurtulmak ve ihlas halini gerçekleştirmek için dini geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı. Bunlara göre bir müslüman Allah’a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah’tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister batıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve laubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melamiler’de ve Kalenderiler’de bu hal görülür.

    3. Velinin peygamberlerden üstün olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf suresinde anlatılan Musa-Hızır (a.s.) kıssasını ileri sürerek velinin nebiden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü veliler doğrudan, nebiler vasıtayla Allah’tan bilgi alır demişlerdir. Bu batıl bir inançtır. Zira velilik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir veli bir nebi derecesinde olamaz. Her nebi aynı zamanda velidir. Onda hem velilik, hem peygamberlik birleştiğinden velilerden üstündür.

    4. Her şeyin mubah olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbahıyye veya Mubahiyye denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.

    5. Hulul inancı. Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.

    6. Cebir inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah’a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma

    imkanları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, “Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz” derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir.

    7. Allah’ı görme inancı. Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah’ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.

    8. Allah Teala’ya karşı saygısız davranmak. Bazı sözde mutasavvıflar Allah’a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah’tan söz ederken çok laubali ifadeler kullanırlar.

    9. Tenasüh inancı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, ahirete inanmazlar.

    10. İttihat inancı. Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşeri niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sufiler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.

    Bunlara ilave olarak mutasavvıfların bir kısmında kafir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır: Aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semadan, evrad ve ezkardan ibaret sanıp ilahiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek. Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.

    f) İlkeler

    Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:

    1. Tasavvuf biri Kur’an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sufiler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlak ve dini heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhi ve manevi yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyaridir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.

    2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır.

    3. Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kamil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.

    4. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebu Ali Ruzbari, “Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz” demiştir. Çok karlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.

    5. Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bayezid-i Bistami ve İbn Arabi gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.

    6. Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir veli günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen veliler günahta ısrar etmezler, ederlerse veli sıfatını kaybederler. Fasık ve facir (günahkar) bir kişi özel anlamda veli, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.

    7. Velilerin, akıl ve dini hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.

    8. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufi düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur’an-ı Kerim’dir.

    9. Velilerin kerameti vardır ve haktır. Bir velinin veli olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlak sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Manevi kerametler maddi kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.

    10. Veliler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah’tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur’an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. Ebu Said el-Harraz’ın dediği gibi: “Zahiri hükümlere aykırı olan her batın batıldır.”