Hz. Muhammed’in yirmi üç yıllık peygamberliği döneminde tamamlanan vahiy (Kur’an) ve onun açıklaması mahiyetindeki sünnet İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak yanında hukuki, bireysel ve sosyal hayatla ilgili temel ilkelerini ve amaçlarını belirlemiş ve dinin ana çatısını kurmuştur. Bununla birlikte İslam’ın bu iki asli kaynağının, bu kaynaklarda ifade edilen ilke, hüküm ve hedeflerin, örneklendirme ve benzetmelerin anlaşılması, yorumlanması ve bunlardan ameli hayatın çeşitli yönlerine ilişkin bazı değer hükümlerinin ve uygulanabilir sonuçların çıkarılması akli muhakeme ile mümkün olmaktadır. Sınırlı sayı ve muhtevadaki nasların yani Kur’an ve Sünnet metninin, sınırsız sayıda ve çok çeşitli olaylara ışık tutabilmesi, farklı konum ve mahiyetteki insan davranışlarını yönlendirebilmesi ancak böyle bir anlama ve yorumlama faaliyetiyle mümkün olur.

    Anlama, yorumlama ve bakış açısı yönüyle bireyler arasında önemli farklılıkların bulunması, üstelik insanların kültür, gelenek, bilgi ve tecrübe birikimlerinin dönem ve bölgelere göre de değişmekte olması aynı Kur’an veya hadis metninden aynı dönemde veya farklı dönemlerde farklı anlam ve hükümlerin çıkarılmasını kaçınılmaz kılmıştır. Bu durum, İslam’da fikri tartışmanın ve ihtilafın hoşgörüyle karşılanıp tabii bir hadise olarak görülmesinin de, İslam ümmeti içindeki dinle ilgili görüş ayrılıklarının da ana sebebini teşkil etmiştir. Böyle olunca, Kur’an’ın metninden, sünnetin muhtevasından ve İslam toplumunun asırlarca devam eden geleneğinden açıkça anlaşılan ve müslümanların asgari müştereğini teşkil eden değişmez bir İslami öz ve ana unsur yanında bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplumlara renk ve ton farkıyla değişerek yansıyan bir İslami hayattan ve gelenekten söz etmek mümkündür. Buna ilaveten, nasların insan zihninin cevabını aradığı her soruyu, ferdi ve içtimai hayatın her alanını ayrıntıyla ele almadığı, çoğu yerde bu konulardaki cevaba ve çözüme yardımcı olacak ana ilke ve hedefleri vermekle yetindiği ve geride “bilinçli boşluk” denilebilecek geniş bir alan bıraktığı da bilinmektedir. Bu alan müslüman birey ve toplumlar tarafından, dinin ilke ve hedeflerine aykırı olmaması, hatta onlarla bütünleşmesi kaydıyla serbestçe düzenlenebilecektir. Bu nisbi serbestlik de haliyle İslam dünyasında tarihi seyir içinde dönemlere ve bölgelere göre değişiklik gösteren zengin bir çeşitliliğin yaşanmasının bir diğer sebebini teşkil etmiştir.



    Yukarıda yapılan tasvir ışığında, İslam’ın anlaşılması, değişmezliği ve uygulamaya da yansıyan farklı tezahürleri yönüyle iç içe üç halkadan söz etmek mümkündür. Bu ayırım aynı zamanda İslam’ın doğrudan ve dolaylı olarak ilgi alanını ve kapsamını tanıtıcı da olacaktır. En içte Kur’an ve Sünnet metninden doğrudan ve açık bir şekilde anlaşılan öz, İslam’ın ana ve değişmez unsuru yer alır. İkinci halkayı nasların dolaylı şekilde ve yorumlama sonucu kapsadığı alan, nasların izdüşüm alanı teşkil eder. Bu alanda, izlenen akli istidlale, muhakemelere ve bakış açılarına göre naslara farklı yorumlar getirmek ve onlardan farklı sonuçlar çıkarmak mümkün olduğundan kısmi bir değişkenlik ve farklılık gözlenir. En dışta ise, müslüman fert ve toplumların dinin rehberliği ve yönlendirmesi sonucu belli bir kıvama gelmiş kendi öz inisiyatifleriyle, bilgi ve tecrübe birikimlerinden, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan tercihleriyle dolduracakları fakat ilk iki alanla da çelişmemeye özen gösterecekleri üçüncü halka yer alır. İslam’ın ilgi alanını ve kapsamını değişmezlik değişkenlik, yoruma açık veya kapalı oluş, doğrudan veya dolaylı oluş itibariyle böyle bir üçlü ayırıma tabi tutmak mümkün ve doğru ise de, hangi hükmün hangi halkada yer aldığı konusunda belli ölçüde izafiliğin bulunması ve birtakım farklı görüşlerin olması kaçınılmazdır.

    Özetle ifade edilen bu kategorik tasvir ve genelleme, Hz. Peygamber’in vefatını takip eden ilk birkaç asır içinde, nasların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu istikamette düzenlenmesi çabalarının tek bir çizgide seyretmeyip İslam’ın yayılış alanıyla ve hızıyla da bağlantılı olarak farklı birçok anlayış, ekol ve temayülün ortaya çıkmış olmasına önemli bir açıklama getirmektedir. İslam’ın yayılışı sürecinde İslam’la tanışan ve müslüman olan toplumların kendi geleneklerini, örf ve adetlerini İslam döneminde de bir ölçüde devam ettirmiş olması, komşu kültürlerin İslam medeniyeti içinde kendini ifade imkanı bulması, İslam’ın bölgesel ve sosyal şartlara kolayca uyum sağlayabilmesi de yine aynı alan ayırımının sağladığı esneklikle ve uyum kabiliyetiyle yakından bağlantılıdır. Bununla birlikte tarihi süreç itibariyle İslam dünyasında İslam’ın anlaşılması, yorumu ve günlük hayata geçirilmesi konusundaki müsaade edilen farklılıkları sadece müslüman fert ve toplumlar arasındaki anlayış ve yorum farkıyla, kültür ve gelenek farkıyla açıklamanın yetersiz kalacağını, bunun dışında birçok amilin de söz konusu edilebileceğini ayrıca belirtmek gerekir.

    İslam’ın getirdiği fikir ve vicdan hürriyeti, fertlerin birbirinden farklı duygu, düşünce ve karakterde yaratılmış olmaları, ayet ve hadislerin bir kısmının ifade ve kapsam yönünden kolay anlaşılır, bir kısmının da manalarının kapalı olması, bunları değerlendiren bilginlerin değişik metot ve ölçülere sahip olmaları, hilafet tartışmaları, müslümanlar arasında meydana gelen iç savaşlar, müslümanların çeşitli kültürlere sahip milletlerle temasa geçmesi, felsefi eserlerin tercüme edilerek İslam dünyasında yayılması, değişen akımlar ve gelişen toplum hayatının doğurduğu ihtiyaçlar karşısında ayet ve hadislerden hüküm çıkarma zorunluluğunun hissedilmesi ve değişik siyasi düşünceler zamanla fıkhi ve itikadi ekollerin ve gruplaşmaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarma gücünde olmayanlar bu güçteki alimlerin görüş ve düşünceleri etrafında toplanarak mezhepleri oluşturmuşlardır.

    Mezhep sözlükte “gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım” gibi manalara gelir. Bir terim olarak ise mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen itikadi ve fıkhi doktrini ifade eder. Çoğulu “mezahib”dir. Mezhep kurucusu kabul edilen imam veya müctehid hiçbir şekilde bir din koyucusu veya din tebliğcisi değildir. Yüce Allah tarafından konulan ve Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen İslam dininin gerek inanç, gerekse fıkıh (ibadet ve hukuk) alanına giren meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler getirme ihtiyacı karşısında, delillerinden hüküm çıkarma yeterliğine sahip bilginler birbirinden farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya koymuşlardır. İşte belli görüşler etrafında oluşan ve yeni katılımlarla da giderek zenginleşen fikri kümeleşmeye mezhep denilmiştir. Genellikle fıkıh mezhepleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefi mezhebi, Maliki mezhebi gibi. Akaid mezhepleri ise, Şia, Mu‘tezile, Havaric gibi belli topluluklara nisbet edildiği gibi kurucusuna izafetle de anılmıştır: Matüridi, Eş‘ari gibi. Ana akaid mezheplerinin ayrıldığı kollar da fıkıh mezhepleri gibi daha çok bir şahsa nisbet edilmiştir. Akaid mezhepleri için daha çok “grup” anlamına gelen “fırka” (çoğulu fırak), “görüş” anlamına gelen “makale” (çoğulu makalat) ve “anlayış tarzı” manasına gelen “nıhle” (çoğulu nihal) kelimeleri kullanılır.