Siyasal Hayat



    c) Hilafet

    Hilafet sözlükte “bir kimseden sonra onun yerine geçme, temsil etme” anlamına gelir. Halife de, “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” demektir. Klasik İslami literatürde ise hilafet, Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı makamını, halife de devlet başkanını ifade eden bir terim olarak kullanılır. “İmamet” veya “imamet-i uzma” tabirleri de hilafetle eş anlamlıdır. Hilafete imamet-i kübra denmesi, namazdaki imamet (imamet-i suğra) ile karışmaması içindir. Devlet başkanının klasik fıkıh ve siyaset teorisindeki adı halife olmakla birlikte değişik gerekçelerle halife yerine “imam, sultan, emir” denildiği de olur.

    Kur’an’da insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratıldığı sıkça tekrar edilir (el-Bakara 2/30; el-En‘am 6/165; Yunus 10/14). İlgili ayetlerin üslubundan, insanın yeryüzünde hak ve adaleti gerçekleştirmek, yararlı ve iyi işler yapmak üzere ağır bir sorumluluk yüklenerek yeryüzüne gönderildiği, bir bakıma ilahi adalet ve hakikati gerçekleştirebileceği yönünde Allah’ın güvenine mazhar olduğu anlaşılmaktadır. İnsanın yeryüzünde en şerefli varlık oluşu da buradan gelmektedir.

    Müslüman toplumlarda devlet başkanına halife ve devlet başkanlığına hilafet denmesi, insanın dünya işlerini düzene sokmak ve adaleti gerçekleştirmek üzere Allah’ın halifesi olması ve O’nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi gibi sebeplerle açıklansa da, bu isimlendirme esas itibariyle halifenin, risalet görevi hariç Hz. Peygamber’in yerine geçerek onun dünyevi-siyasal otoritesini temsil etmesi anlamında kullanılmış ve sistemleştirilmiştir.

    Resulullah sağlığında iken hem peygamber olarak Allah’tan aldığı vahyi insanlara tebliğ etmiş, bunları açıklamış, hem de müslümanların dünyevi işlerini düzene koymuş, hukuki ihtilaflarını çözümlemiş, ahlaken onları eğitmiş, siyasi birliğin tamamlanmasını müteakip de devlet başkanlığı, ordu kumandanlığı görevlerini üstlenmiştir. İslam bilginleri, Hz. Peygamber’in vefatıyla peygamberlik görevinin sona erdiği, buna karşılık diğer görevleri bir kişinin üstlenip bunları tek başına veya bazı görevleri ikinci derecede yetkili şahıs ve mercilere devrederek yürütmesi ve böylece müslümanların dirlik ve düzen içinde yaşamasını temin etmesi gerektiği üzerinde görüş birliği içindedirler. Ancak İslam bilginlerinin çoğunluğu, devlet başkanının İslam’ın dünyevi ve toplumsal ilke ve hükümlerini uygulama görevini göz önünde bulundurarak bu işe dini bir karakter atfederken; bir kısmı da, insanların siyasi birlik ve düzen içinde yaşamasını ve bu amaçla devlet kurmasını akli ve tabii bir gereksinim olarak görmekle yetinir, bu gerekliliğe dini bir nitelik atfetmezler. Yalnızca İslami öğretide din, akıl ve tabiat esasında bir zıtlığın bulunmadığı düşünülürse görüş ayrılığının lafzi olduğu söylenebilir.

    Kur’an’da ve hadislerde devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görev ve sorumlulukları gibi konular yer almaz. Sadece hak ve adalete bağlı olma, şura ve meşveretle iş görme, zulmü önleme gibi genel ilkelerden söz edilir. Hz. Peygamber’in tatbikatında devlet ve kamu yönetimiyle de ilgili birçok güzel örnekler vardır.

    Devlet başkanında aranan şartlar ve onun hangi usulle seçilip atanacağı konusunda doktrinde mevcut farklı görüşlerde elbette ki o dönemin kültür ve şartlarının önemli payı vardır. Sünni hukukçular halifenin, Hz. Ebu Bekir’in seçiminde olduğu gibi ehlü’l-hal ve’l-akd adı verilen seçici heyet tarafından belirlenmesi veya Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi, iş başındaki halifenin kendinden sonraki halifeyi aday göstermesi (ahd) veya Hz. Ömer’in yaptığı gibi, iş başındaki halifenin, kendinden sonraki halifenin seçim işini birkaç kişiden oluşan özel şura heyetine havale etmesi gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu işlemden sonra halkın atanan veya özel şura tarafından belirlenen halifeye yapacağı ihtiyari biat ise bir grup hukukçuya göre bağlılık yemini mahiyetindedir. Bazı hukukçular da, birinci işlemi aday belirleme olarak nitelendirip, halkın yapacağı biatın ise doğrudan doğruya halifenin seçimi anlamını taşıdığını ileri sürer. Dört halifeden sonra hilafet tatbikatla veraset ve saltanata dönüşmüşse de, halifeler yine de sınırlı sayıda tuttukları ehlü’l-hal ve’l-akdin olurunu ve halkın cebir yoluyla da olsa biatını almayı ihmal etmemişler ve böylece şekli de olsa doktrinde hakim olan bu anlayışa uymaya çalışmışlardır.

    Şia’dan Zeydiler halifenin seçimle iş başına geleceği fakat Ehl-i beyt’ten olması gerektiği görüşündedirler. Şia’nın İmamiyye kolu ise halifenin Ehl-i beyt içerisinden olacağı fakat ilahi tayinle belirleneceği görüşündedir.

    Hz. Peygamber’in vefatından sonra ilk dört halifenin iş başına geliş usulleri ve yönetim tarzları, bunu izleyen Emevi ve Abbasi iktidarları müslüman bilginler için önemli bir kültür birikimi ve gözlem konusu olmuş, hilafetle ilgili görüş, kaygı ve temenniler de bu bağlamda dile getirilmiştir. Gerek çeşitli eserlerde değişik vesilelerle dile getirilen görüşler, gerekse V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılan “el-ahkamü’s-sultaniyye” adlı eserlerde yer alan ifadeler, müslüman bilginlerin kendi şartları, gelenek ve imkanları içinde en iyi yönetim biçimini arama, mevcut sistemi iyileştirme çabaları olarak değerlendirilebilir. Bunun için de krallık, şeflik, mutlakiyet ve saltanat dışında yönetim biçiminin bilinmediği bir devirde halifenin “ehlü’l-hal ve’l-akd” denilen bir kurul veya kesim tarafından seçilmesi, halkın biatının alınması, dini kuralları açıkça çiğneyen halifenin görevden azli, halifenin ümmete ait egemenliği temsil ettiği, halifenin tanrısal bir gücünün olmadığı ve kişisel olarak Allah’a karşı sorumlu olması dışında görevi sebebiyle müslümanlara karşı da sorumluluk taşıdığı gibi hususların ele alınıp tartışılması amme hukuku tarihi ve doktrini açısından ileri bir adımdır. Kaldı ki İslam dini müslümanların nasıl bir siyasal organizasyon içinde kimler tarafından yönetileceği konusundan ziyade, ehil olanın iş başına gelmesi, onun da hak ve adaleti hakim kılması, ferdi ve uhrevi sorumluluk taşıması, Allah’ın huzurunda hesap vereceğinin bilinci içinde olması, kötülük, haksızlık ve zulmü önlemesi, katı ve baskıcı olmayıp insanlarla istişare ederek iş görmesi gibi temel noktalar üzerinde durmuş, kişilerin böyle bir dini ve ahlaki kıvamda ve yetişkinlikte olmasına öncelik vermiştir. Esasen üst bir kurum olan devletin yönetim biçimi ve siyasal yapılanma konuları, toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleriyle yakından ilişkili olduğundan, evrensel bir iddiası ve mesajı olan İslam dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi onun temel niteliklerinin tabii gereğidir. Dolayısıyla, İslam amme hukukçularının hilafet ve halife ile ilgili olarak ileri sürdükleri görüş ve önerileri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

    Klasik dönem İslam amme hukuk doktrininde, halifede bulunması gerektiği düşünülen şartlar, özellikle halifenin o toplumda en bilgili, erdemli, itibarlı ve liyakatli kimse olması gereği ve bunu sağlayacak tedbirler üzerinde ayrıntı ile durulur. Değişik vesilelerle, halifenin şura veya ehlü’l-hal ve’l-akd denilen kurulun seçimiyle ya da bir nevi genel seçim demek olan halkın biatıyla iş başına gelmesinin önemi vurgulanır. Mevcut halifenin, kendi yerine geçecek halifeyi belirlemesinin aday gösterme mi yoksa atama mı olduğu hususu ise tartışmalıdır. İslam hukukçuları genelde, her durumda halktan veya halkı temsilen halkın bilgili, seçkin ve toplumda ağırlığı olan temsilcilerinden oluşan ve ehlü’l-hal ve’l-akd olarak isimlendirilen heyetten biat alınması gereği üzerinde durarak, halifenin yetkisini veraset ve saltanat usulünden değil, ümmetten aldığı fikrini vurgulamaya çalışırlar.

    Zorla iş başına gelen ve halkın kendine itaat etmesini sağlayan kimsenin de, Allah’ın hükümlerini açıkça çiğnemediği sürece meşru halife olduğu, mevcut halifeye günahkar da olsa isyanın caiz olmadığı yönünde kitaplarda yer alan ifadeler fiili durumu kabullenme veya kuvvet karşısında suskun kalmayı teşvik olarak değil de, ümmeti tekrar fitne ve kargaşaya sürüklemekten çekinme, ümmetin birlik ve dirliğini koruma fikrine ağırlık verme olarak değerlendirilebilir. İslam bilginlerinin çoğu bu tutumu benimserlerken, adil-zalim, iyi-kötü, dindar-fasık gibi nitelemelerin özellikle siyasal çekişmenin arttığı dönemlerde oldukça izafi ve bulanık bir karakter taşıyacağı noktasını da göz önünde bulundurmuş oldukları düşünülebilir. Bununla birlikte, bu konuda klasik literatürde yer alan bilgilerin o günün hilafet ve saltanat sisteminin olumsuz yönlerinin tesiri altında kalmadığı da söylenemez. Çünkü tarih boyunca İslam toplumlarında hiçbir zaman eksik olmayan saltanat kavgalarının ve siyasal görüş farklılıklarının haliyle İslam bilginlerini de etkilemiş, onları mevcut siyasal iktidarın yanında veya karşısında tavır almaya zorlamış olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Nitekim halifede aranan şartlar, biatın şekli, seçici kurulun sayısı ve özellikleri, halifenin meşruiyetini belirleme yolları gibi konularda yer alan bazı değerlendirmeler incelendiğinde bunların, ilk dört halifenin meşruiyetini vurgulama, Hz. Ali’nin veya Emevi halifelerinin hilafetini gayri meşru gösterme gibi gayretlerin ürünü olduğu izlenimi edinilebilmektedir.

    Öte yandan, İslam hukukçuları görüşlerini kendi dönemlerinde mevcut siyasal ve sosyal yapıyı ve bir de dört halife dönemini model alarak ve ikisi arasında karşılaştırmalara giderek açıkladıkları için, kaynaklarda bugün için fazlaca pratik değeri bulunmayan bazı yargı ve temayüllerle karşılaşmak da mümkündür. Dolayısıyla halifenin hak ve yetkileri, görevleri, görev süresi ve azli, şura meclisiyle ilişkileri, devletin temel organları ve yapısı gibi konularda ileri sürülen görüş ve önerilerin bu bağlamda değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Bu konuları İslam hukukçularının ayrıntılı şekilde ele almış olması ve mevcut doktriner görüş farklılıkları müslüman toplumlarda en iyi yönetim biçimini bulma, hak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama gayretlerinin bir ürünüdür. Halifeye de “Allah’ın halifesi” veya “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” denmesini doğru bulmayıp onu “Peygamberin halifesi, imam, müminlerin emiri” gibi adlarla anmaları, İslam amme hukukunda yönetme yetkisi anlamında egemenliğin kaynağının ümmet olduğunu, halifenin de tanrısal bir güce sahip bulunmadığını gösterir. Bu itibarla İslam düşüncesinde devlet başkanının mutlak bir yetkisinin bulunmadığı, yetkisinin İslam’ın genel ilkeleriyle ve ilahi iradeyle sınırlı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

    Ümmete ait olan egemenliğin kim veya hangi kurum tarafından nasıl kullanılacağı, adının ne olacağı, anayasal kurumların oluşum ve görev dağılımı gibi daha çok şekille ve üst yapı ile ilgili konular ise, İslam’ın genel ilkelerine aykırı düşmediği sürece her toplumun kendi kültürel birikim, şart ve imkanları ışığında belirleyip karar vereceği hususlar olarak görülebilir. Bu bakımdan, tarihsel tecrübede Hulefa-yi Raşidin’den sonra gerçekleşmiş saltanat gibi yönetim biçimlerini ve devlet şekillerini –hakiki anlamıyla hilafet kavram ve uygulamasına aykırı da olsalar– İslam’a uygun ya da aykırı diye nitelemek doğru olmaz. Değerlendirme mevcut biçimlerin öngörülen idealleri ne ölçüde gerçekleştirebildikleri noktasında olmalıdır.