Siyasal Hayat



    D) Değerlendirme

    İslam, bir din olarak devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme getirmek yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinmiş, insanlara da hem bu ilke ve amaçları hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hak ve yetkisini bırakmıştır. İslam’ın bu yaklaşımı siyaset ve yönetim konusunda teori ve model belirlemenin değil ona da yön ve içerik kazandıracak olan zihniyet değişiminin ve dünya görüşünün önemli olduğunu vurgulamayı amaçlar. On dört asırlık tarihi süreçte İslam toplumları, peygamber ve Hulefa-yi Raşidin dönemleri hariç tutulacak olursa, saltanat ve hilafet adıyla, çeşitli renkleriyle bir monarşi (hükümdarlık, krallık) ile yönetilmişlerdir. Devlet ve yönetim biçimleri araç değil, insanların mutluluklarını sağlama yolunda amaç oldukları düşünülünce, hükümdarlık yönetiminin İslam’a uygunluk ya da aykırılığından bahsetmek yerine, öngörülen veya herkesçe kabul edilen evrensel insani değerleri gerçekleştirmede, kendi şartları içinde ne ölçüde başarılı olduğundan bahsedilmesi daha doğru olur. Bugün gelinen noktada dünyada insan haklarının gerçekleşmesini objektif olarak sağlamaya en yakın yönetim biçiminin demokrasi olduğu kanısı hakimdir. Öyle olunca –tarihi ve felsefi temeli bir yana bir yönetim biçimi olarak demokrasinin İslam’da olduğunu ya da olmadığını ispatlamakla vakit geçirmek yerine dinin kazandırmaya çalıştığı zihniyet değişimi ve dünya görüşünü yakalamak, dinin hedef olarak gösterdiği evrensel idealleri gerçekleştirmeye daha iyi hizmet edebilmesi için toplumumuzda ne gibi değişimlerin yaşanması veya hangi katkıların ve tadillerin yapılması gerektiği hususunda kafa yormak gerekir. Çünkü araçlardan ziyade ilkeler ve amaçlar önemlidir. Zaten düzlemleri, işlev ve mahiyetleri farklı olduğundan İslam’la klasik ve çağdaş yönetim biçimleri arasında bir karşılaştırma yapmak, onların meşruiyet veya adem-i meşruiyetlerini İslam’dan temellendirmek doğru olmadığı gibi anlamsızdır da.

    Gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde müslümanların nasıl bir devlet teşkilatı kuracağı, devlet başkanını nasıl ve hangi şartlarla seçeceği ve toplumun hangi siyasal şekil ve yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntı verilmemiş, hatta bu konulara neredeyse hiç temas edilmemiştir. Buna karşılık gerek insan ilişkilerinde gerekse devlet-fert ilişkisinde hakim olacak temel esas ve amaçlar üzerinde ısrarla durulmuş, siyasi yapının daima ihtiyaç duyacağı sağlam bir zemin kurulmaya ve fertlere sahip oldukları yönetim biçimlerini sağlıklı ve adaletli şekilde işletecek bir anlayış ve ufuk kazandırılmaya çalışılmıştır. Böyle olunca demokrasinin İslam’a aykırı olduğunu da, İslam’ın gereği olduğunu da ispatlamaya çalışmak fazla anlamlı bulunmaz.

    İslam’ın iki asli kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te herkes tarafından korunması gerekli temel hedefler, ilke ve esaslar gösterilmiş, bunları gözetmek şartıyla müslümanların sosyal sözleşmelerini diledikleri tarzda yapabilecekleri, dönemlerine ve şartlarına en uygun yönetim şeklini seçip gösterilen muhtevayı ve amaçları bununla yakalayabilecekleri anlatılmak istenmiştir. İnsanlığa tebliğ edildiği günden beri, farklı siyasal yapı, kültür, gelişmişlik ve geleneğe sahip her toplumda benimsenme ve canlılığını koruma iddiasındaki İslam dininin, toplumun yönetim şekli ve anayasal yapısı ile ilgili olarak ayrıntı vermemesi, böyle bir anlam taşır. Bu itibarla, gerek İslam hukukunun klasik kaynaklarında ve gerekse çağımızda kaleme alınan eserlerde İslam anayasa hukuku ve yönetim şekli ile ilgili ileri sürülen görüşleri, İslam’ın alternatifsiz biçimde belirlenmiş hükümleri olarak değil, müslüman yazarların -İslam’ın genel ilkeleri ışığında ve kendilerini çevreleyen şartlar içindedaha adil, düzenli ve dürüst bir yönetime ulaşma, daha huzurlu, faziletli, mutlu ve müreffeh bir toplumu kurma yönündeki düşüncelerinin ve samimi gayretlerinin ürünleri olarak değerlendirmek daha isabetli görünmektedir.

    “Demokrasilerde egemenlik halkındır, İslam’da ise Allah’ındır” sözü esasen farklı iki düzleme ait değer hükmünün iyice düşünülmeden bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş avami bir söylem olup günümüzde de başka amaçlar uğrunda kullanılan bir slogan ve bir demagojiye dönüşmüştür. Bu yaklaşım, aynıyla, Hariciler’in hakem meselesindeki tutumundan ötürü Hz. Ali’ye karşı çıkarken sarfettikleri “Hüküm Allah’ındır” sözü gibidir. Hz. Ali bu sözü duyunca, bunun bir yanıltmaca olduğunu anlatmak üzere “Bu söz doğrudur; fakat siz onu meşru olmayan maksatlar için kullanıyorsunuz” demiştir.

    Bugün artık herkes biliyor veya kabul etmese de fiilen şahit oluyor ki, alem üzerinde iradesiyle ve kudretiyle mutlak hakim olan varlık Allah’tır. Bütün varlıklar bu külli hakimiyetin altındadır. Burada söz konusu olan hakimiyet metafizik ve ontolojik anlamda hakimiyettir. “Hakimiyet milletindir” sözündeki hakimiyet ise, az önce sözü edilen hakimiyetten farklıdır. “Hakimiyet millete aittir” derken kastedilen husus, siyasal iktidarın, herhangi bir sınıfın, zümrenin veya cemaatin doğal veya Tanrısal hakkı olmadığı, tam tersine, bu hakkın millete ait olduğu ve yöneticinin onun tarafından belirleneceğidir. Zaten Şii anlayış hariç tutulacak olursa, klasik İslam siyaset teorisinin ana çizgisi de bu yönde olmuştur.