Siyasal Hayat



    C) Klasik İslam Siyaset Teorisi

    Klasik İslam siyaset teorisi, esas itibariyle felsefi, hukuki, kelami ve ahlaki bakış açılarına göre yapılan değerlendirmeler göz önüne alınarak oldukça tam bir şekilde ortaya konulabilir. Bu hususlara ayrıntılı olmasa bile genel akış içinde yer yer işaret edilmiştir. Burada tarihsel tecrübede ortaya çıkan biçimlerin, Batı tecrübesine göre ortaya çıkan yönetim biçimi tasniflerinden hangisine girdiği ve günümüz açısından bu probleme nasıl yaklaşılacağı hususu üzerinde durulacaktır.

    Hükümet biçimlerinin belirlenmesinde özellikle hakimiyetin kaynağı ve yasama yetkisine ilişin anlayışlar ve kabuller baskın rol oynadığı için öncelikle hakimiyet ve yasama yetkisi konularına yer verilecek, daha sonra da devlet, anayasa ve hilafet kavramları üzerinde durulacaktır.

    a) Hakimiyet

    Kur’an’daki birçok ifadeye göre hakimiyetin gerçek sahibi Allah’tır. İslam kaynaklarında da sıklıkla “hakimiyetin Allah’a ait olduğu” tekrarlanır. Klasik literatürde itikadi ve külli bir prensibi hatta evrensel bir vakıayı belirtmek için kullanılan bu ifade çağımızda siyasal bir içerik kazanmış ve hakimiyetin millete ait oluşunun adeta alternatif söylemi haline getirilmiştir. Halbuki kainatta genel ve kalıcı hakimiyetin Allah’a ait olması ile bir ülkede siyasal iktidarın kaynağının halkın iradesi olması birbiriyle çelişmez. Allah insanı yeryüzünde halife olarak yaratıp onu yeryüzünün imarına, düzenli ve güvenli bir toplumsal hayat içinde kimsenin hukukunu ihlal etmeden yaşamaya memur etmiş, insana yetki ve sorumluluk vermiştir. İnsanın bu konumu dünyevi iktidarın, siyasal örgütlenme ve karar verme sorumluluğunun da insana ait olmasını gerektirmiş, ilk dönemlerden itibaren de bu böyle cereyan etmiştir. Aksi halde insanın halife sayılması ve dünyevi sorumluluğu anlamını yitirmiş olurdu. Öte yandan din insana bu sorumluluk ve yetkiyi tanırken onu başı boş bırakmamış, davranış ve tercihlerine bazı kayıtlar getirerek, bazı hedefler belirleyerek insana rehberlik etmiş, yardımcı olmak istemiştir.

    Geleneksel İslam siyaset teorisindeki hakimiyet telakkisini, hatta biraz sonra temas edilecek olan “şari‘-i hakikinin Allah olduğu” kalıp cümlesini böyle bir zemine oturtmak gerekir. Dünyevi düzlemde, yönetme anlamında hakimiyet, din adamlarına veya bir din kurumuna değil yeryüzünün halifesi olan insana aittir. Fakat dünyevi hakimiyetin kullanılışı konusunda birtakım ölçü ve kayıtlar bulunmaktadır. İslam toplumlarında öteden beri genel kanı dünyevi hakimiyetin/iktidarın ümmete ait olduğu, ümmetin bunu çeşitli biçimlerde kullanabileceği şeklindedir. Dolayısıyla teorik olarak kimsenin Allah adına toplumu yönetmesi söz konusu değildir. Yönetim halktan alınan yetkiyle ve halk adına olacaktır. Diğer bir anlatımla hakimiyetin Allah’a ait olduğu ilkesi, beşeri iradenin külli iradeye ve İslam’ın temel esaslarına tabi olacağını anlatmakta olup, iktidarın milletçe belirlenmesi bu ilke ile çelişmez. Halife de, “yeryüzünde Allah’ın adına iş gören kimse” anlamında değil, “Hz. Peygamber’in halifesi, onun yerine geçen ve ümmet adına iş gören kimse” anlamındadır. Bu yüzdendir ki devlet başkanına “halifetullah” (Allah’ın halifesi), “zıllullah fi’l-arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) gibi lakap ve unvanların verilmesi uygulamada zaman zaman görülse de İslami literatürde öteden beri doğru bulunmamıştır.

    b) Devlet

    Devlet kelimesi klasik İslam literatüründe hakimiyetin dönüşümlü olarak el değiştirmesi anlamında kullanılmaya başlamış, ileri dönem literatüründe bu kelime hakimiyete dayalı süreklilik arzeden siyasal yapı anlamını kazanmış ve nihayet çağdaş kullanımdaki içeriğine kavuşmuştur. Buna göre devlet, belli sınırlar (ülke) içindeki insan topluluğuna (millet) ait teşkilatlanmış siyasi egemenliğin adıdır.

    Yukarıda da açıklandığı gibi Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra Medine toplumunu kendi siyasi otoritesi altında toplamıştır. Gerek bu dönem ve gerekse siyasi yapılaşmanın daha da geliştiği Hulefa-yi Raşidin dönemi, sonraki fakihler tarafından İslam toplumlarının devlet, yönetim ve siyasal egemenlikle ilgili telakkilerinin temelini oluşturan ideal bir model ve örnek olarak dikkate alınmıştır.

    Emeviler ve Abbasiler dönemiyle birlikte devletin müesseseleştiği devrin şartları, kültür ve gelenekleri istikametinde belli bir yapı kazandığı görülür. İlk hicri asırlarda, özellikle Emevi ve Abbasi iktidarları döneminde sergilenen yönetim tarzı, siyasal iktidara karşı gösterilen direnç ve isyanlar İslam siyaset düşüncesi tarihi içinde önemli bir yer tutar. İslam hukuku alanında kaleme alınan eserlerde ve özellikle “el-ahkamü’s-sultaniyye” türünde yazılan eserlerde bir yandan siyasal iktidarla ilgili fiili durum ve uygulamalarda görülen sapmalar İslam’ın ilke ve amaçları ışığında değerlendirilmeye ve ilke ve amaçlara uygun bir siyaset ve devlet teorisi geliştirilmeye çalışılırken, öte yandan içerisinde bulunulan sosyopolitik şartlar dikkate alınmak suretiyle ve saltanatın baskısı sebebiyle fiili durum bir anlamda meşrulaştırılmıştır. Bu bakımdan klasik kaynaklarda bu konudaki yaklaşımlar o dönemlerin kültür ve tecrübelerinden fazla bağımsız değildir. Özellikle İslam’ın ilk asırlarında yaşanan üzücü olayların Şia’yı ve hatta bazı Sünni yazarları farklı ve ütopik bir imamet anlayışına götürdüğü gözlenmektedir.

    Devlet ve devlet başkanlığı, hem fertlere dinlerinin gereklerini yerine getirme imkanı sağlayacak bir özgürlük ortamının hem de kamu düzeninin sağlanması açısından zaruri görüldüğünden eski ve yeni literatürde üzerinde ayrıntı ile durulan bir konu olmuştur. İslam’ın emir ve yasaklarının da fert ve toplum planında huzur ve düzeni sağlamayı hedeflediği düşünülürse devletin varlığının vazgeçilmezliğinin, diğer toplumlar gibi müslüman toplumlar için de kamu düzenini sağlama, birlik ve dirlik içinde yaşama gibi hayati ve sosyal bir temele sahip bulunduğu ve bu esasa dayandığı söylenebilir. Hz. Peygamber’in siyasi otoriteye baş kaldırıp toplumsal düzeni ihlal edenleri, Cahiliye tarzı bir hayat sürmekle vasıflandırması da bir yönüyle buna işaret sayılmalıdır. Bununla birlikte hukuk doktrininde, siyasi iktidarı elinde tutan kimselerin mutlak değil sınırlı bir hak ve yetkiye sahip olduğu, Allah adına değil millet adına bu yetkiyi kullanacağı, ilahi emirlere aykırı davrandığında, adalet ve doğruluktan ayrıldığında birtakım haklı uyarı ve direnişle karşılaşacağı fikri ağırlıklı olarak işlenmiş ve devletin bir unsuru olan siyasal teşkilat ve yönetimin kendi tabii seyri içinde gelişmesi yönlendirilmek istenmiştir.

    Tarihsel süreçte müslüman toplumlarda devletin dinle oldukça yakın bağ ve ilişkisi bulunmakla birlikte tarihi seyir ve uygulama yönünden İslam devletleri teokratik bir karakter arzetmez. Aksine, müslüman toplumlarda devletin İslam’ın açık ilke ve yasaklarını koruma, onların ihlaline imkan vermeme yönünde kendini kayıtlaması ise, çoğunluğunun müslüman olması ve halkın iradesine tabi olma zorunluluğunun hissedilmesi ile açıklanabilecek bir olgu görünümündedir. İslam’ın bireylerin özel hayatlarıyla ve bireyler arası ilişkilerle alakalı birçok ayrıntılı hüküm getirmesi, devlet yönetimi ve fert-devlet ilişkisi konusunda ise sadece genel ilke ve kurallar koymakla yetinmesi, öteden beri müslüman toplumlarda yönetime geniş bir hareket alanı bırakmış, buna bağlı olarak da toplumların gelenek, kültür ve şartlarına göre farklı yönetim tarzları ortaya çıkmıştır. Bunun için de sabit ve genel-geçer bir İslam devleti ve İslami yönetim modelinden ziyade, farklı devirlere ve yerlere göre, müslüman bilginlerin ve yöneticilerin devlet ve yönetim anlayışı üzerinde durulması, İslam’ın ilke ve esaslarına aykırı olmadığı sürece zaman içerisinde farklı modeller ortaya çıkabileceği fikri daha isabetli görünmektedir. Zaten tarihi gelişim sürecinde, özellikle de Abbasiler’den itibaren devletin temel organları ve işleyişi içinde yer alan birçok kurum ve uygulamanın İran, Bizans gibi komşu ülkelerden alınmış olması, İslam’ın temel ilke ve kurallarına aykırı düşmediği sürece insanlığın ortak siyasi tecrübesinden yararlanmaya açık ve bu konuda son derece müsamahalı oluşundan kaynaklanır.

    Başlangıçtan itibaren İslam siyaset tecrübesinde görülen veya en azından teorik olarak kabul edilen bir başka husus da devletin bizzat değer belirleyici olmayıp, ulemanın şahsında temsil edilen sivil toplumun ürettiği değerlerin (maruf) yaşanır hale getirilmesinde aracı konumda olduğudur. Bu bakımdan klasik İslam siyaset teorisinde devletin temel iki görevinden birisi toplum düzenini korumak, öteki dini muhafaza etmek olarak ifade edilmiştir. Devletin temel üç fonksiyonu olan yasama, yürütme ve yargı da esasen bu amaçlara matuf yetki ve sorumluluklardır. Burada bu fonksiyonlardan yasama ve yürütme ile ilgili olarak İslam siyaset teorisinde oluşan anlayışlara yer verilecektir.