Siyasal Hayat



    2. Yürütme

    İslam’ın siyasal öğretisinde yürütme esasen insanın yetki ve sorumluluk alanına giren beşeri bir faaliyet olmakla birlikte, herkes gibi yürütme organı kişi ve kurumların da dinin genel ilke ve amaçlarına bağımlılığı, din tarafından getirilen bazı kayıt ve sınırlamalara tabi olmasının gerekliliği söz konusu olduğundan dini literatürde ayrı bir önemle ele alınmıştır. Genel İslami anlayışa göre devletin yasama gibi yürütme fonksiyonu da mutlak bir yetki değil, belli sınırlamalara tabi sınırlı ve kayıtlı bir yetkidir. Klasik literatürde yöneticiye itaat fikrinin vurgulandığı her yerde bu itaatin sınırlarının çizilmeye çalışılması ve yöneticinin sınırlı iktidarı üzerinde durulması bu anlayıştan kaynaklanır.

    İleri dönem fakih ve usulcüleri, Hz. Muhammed’in peygamberlik ve müftülük yanında üstlenmiş olduğu siyasal liderlik (devlet başkanlığı) görevini, içerik ve değer açısından ayrı değerlendirmişlerdir. Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı fonksiyonunun, fetva, kaza (yargı) ve risalet kapsamına dahil olmadığı gibi bunların gereği ve doğal sonucu olmayan ilave bir nitelik olduğu görüşü klasik fıkıh ve siyaset teorisinde ağırlık ve yaygınlık kazanmıştır. Zaten, görevleri sadece tebliğden ibaret olan nice resullerin bulunduğu da dikkate alınınca bir kimseye risalet görevinin verilmesinin, ona siyasal liderlik (imamet, devlet başkanlığı) görevinin verilmesini gerektirmediği ve ikisi arasında ayrılamaz birliktelik bulunmadığı anlaşılır.

    Siyasal anlamda iktidarı elinde tutan kişiye “itaat” edilmesi emredilmiştir. Fakat bu itaat, yöneticinin buyruklarının Allah’ın emrine aykırı olmaması şartına bağlanmıştır. Ayrıca yöneticinin, “adalet” ve “insanların yararı” düşüncesi doğrultusunda yönetmesi gerektiği de genel ve esaslı bir sınırlamadır. Ancak müslüman toplumlarda halifenin/yöneticinin otoritesine getirilen bu kayıt ve sınırlamaların gerçekleşmesini yeterince sağlayacak mekanizmalar oluşturulamamış veya işletilememiştir. Devlet başkanının hukuka aykırı tasarruflarda bulunmasını engelleyecek veya böyle bir tasarrufta bulunduğu takdirde onu cezalandıracak kurumsal yapıların var olup olmadığı veya varsa işleyip işlemediği konusu henüz yeterince açıklığa kavuşmuş değildir. Müslüman toplumların siyaset geleneğinde bu görevi, şura ve meşveret sürecinde yöneticinin çevresindeki ve hilafet merkezindeki alimler ve entelektüel kamuoyu bir ölçüde sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu usulün başarısı kısmen aydın sınıfın dirayetiyle, daha çok da yöneticinin kişiliğiyle, onun buna hazır ve mütehammil oluşuyla doğrudan bağlantılı olduğundan farklı durumlarda farklı sonuçlar verebilecek bir değişkenliğe sahiptir.

    İslam hukukçularının önemli bir grubu, çeşitli sosyopolitik sebeplerle, fitne ve kargaşaya yol açacak hareketlerden uzak durmayı tavsiye etmişler, halifenin icraatını beğenmeyen ve kendince İslami bulmayan grupların baş kaldırmasını ve silahlı mücadelesini fitne ve anarşi olarak nitelendirirken, ilk planda kamu düzeninin korunmasının, sıkıntıların meşruiyet ve birlik içinde kalınarak aşılmasının önemine dikkat çekmek istemişlerdir. Şüphesiz bu yönde yoğunlaşan tavsiyelerde, hicri I. yüzyıldan itibaren İslam toplumlarının yaşadığı siyasi çekişmelerden, iç savaş ve isyanlardan artakalan acı tecrübenin önemli payı vardır. Ancak devlet başkanının da müslümanların bu itaat yükümlülüğünü kötüye kullanmaması ve bunu sağlayacak siyasal yapılanma üzerinde de ayrıca durulabilir. Nitekim İslam bilginleri Allah’ın hükümlerine aykırılık olduğunda kişinin emre itaat yükümlülüğünün bulunmadığını bildiren hadisi (Müslim, “İmare”, 39; Ebu Davud, “Cihad”, 87) bu alana da uygulayarak İslami kural ve ölçülerin dışına çıkan halifeye karşı müslümanların direnme hakkının bulunduğunu, böyle durumlarda devlet başkanının meşruiyetini kaybedeceğini de belirtirler. Bütün bunlar, İslam toplumlarında yöneticilerin mutlak, ruhani ve sınırsız yetkilerle donatılmadığını, hukukun üstünlüğünün, belli ilke ve esaslara bağlılığın hakim olduğunu göstermektedir.

    Hz. Peygamber’e itaat emri etrafında oluşan itaat paradigması, tarihsel süreçte büyük ölçüde şahıs (halife, imam, sultan, padişah) boyutunda kurgulanmıştır. Şahsa itaat paradigmasının, kanunlara itaate ve hukukun üstünlüğüne riayete kaydırılması, daha doğrusu bu anlayışın, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde padişahın yetkilerinin bir anayasa ile sınırlandırılması gibi yollarla kurumlaştırılma çabaları, bir tağyir değil, özü itibariyle geleneksel çizgiden kopmayan bir değişme olarak anlaşılmalıdır.

    Tarihsel süreçte müslüman toplumlarda ortaya çıkan siyaset anlayış ve tecrübeleri, devletin yasama ve yürütme yetkileriyle ilgili teori ve uygulamadaki serbesti ve sınırlamalar, çağımız yazarlarını biraz da haklı olarak İslam din-devlet ilişkilerini tanımlamada farklı kanaatlere sevketmiştir. Mesela çağdaş Batılı yazarlardan Louis Massignon “İslam laik ve eşitlikçi bir teokrasidir” derken, kimi Avrupalı yazarlar hilafeti Katolik dünyasındaki papalık makamı ile aynı şey olarak telakki etmişlerdir. İslam toplumlarında, dine ilgisiz veya dini dışlayan yahut da dine tabi olan bir anlayış değil din ile siyaset arasında dengeli bir uyumun ve birlikteliğin sağlanmaya çalışıldığı bir anlayış hakim olduğundan yola çıkan kimi yazarlar da Osmanlı yönetimini “dindar meşruti bir rejim” olarak nitelendirmektedir. Bütün bu nitelemeler bazı değişikliklerle bütün tarihsel tecrübeyi büyük ölçüde doğru yansıtmakla birlikte, İslami öğretinin din-devlet ilişkisini teokratik olmayan, yasama, yürütme ve yargı konusunda beşeri anlayış ve çabaya büyük bir inisiyatif bırakan, fakat bazı temel sınırlama ve ölçüler de getirerek hukuk devletinin oluşmasına normatif bir güvence sağlayan nev‘-i şahsına münhasır bir çizgiye oturttuğu söylenebilir. Yarı teokratik ve meşruti yönetim nitelendirmeleri de esasen bu özel durumu vurgulamayı amaçlamaktadır.