Siyasal Hayat



    1. Hilafetin Kaldırılması

    Osmanlılar’a geçen ve saltanatla birlikte kullanılan hilafet, Milli Mücadele sonrasında Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1922’de saltanatı lağvedip hilafeti de dini muhtevalı bir kurum olarak bırakmasıyla bir defa daha saltanattan ayrılmış oldu. Meclisin 19 Kasım 1922 tarihli oturumunda son Osmanlı padişahı ve halifesi Vahdeddin’in veliahdı Abdülmecid Efendi halife seçildi.

    Ziya Gökalp’in hilafetin ilgasından önceki merhalede hilafete ilişkin değerlendirmesi şöyledir: “İstinatgahı Türkiye Büyük Millet Meclisi olan hilafet makamı, müslümanlar arasında bir makam-ı mualladır… Yeryüzünde bir hilafet makamı bulunmazsa İslam alemi kendisini imamesiz kalmış bir tesbih gibi dağılmış, perişan görür… Halifeyi kendi içinden doğuracak milletin mutlaka kuvvetli bir orduya ve tam bir istiklale malik olan mücahid bir İslam milleti olması lazımdır. Birçok asırlardan beri bu şartları haiz olan millet Türk milleti olduğu gibi şu anda da yine Türk milletidir. Buna binaen Türkiye Büyük Millet Meclisi bizzat halife hazretlerini seçerek kendisini bu muazzez ve muhterem makama istinatgah yapmıştır” (Doğru Yol, s. 11).

    Çok geçmeden hilafet makamının devamına lüzum olmadığına yine Büyük Millet Meclisi’nce kanaat getirilerek 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen kanunla hilafet ilga edildi. Kanunun 1. maddesi şudur: “Halife hal‘ edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan makam-ı hilafet mülgadır”.

    İzmir mebusu Seyyid Bey, 3 Mart 1340 (1924) tarihinde mecliste hilafetin kaldırılması tartışılırken bu konuda daha önce çalışma yaptığını ve bir de kitap yazdığını belirterek hilafetin kaldırılması lehinde bir konuşma yapmış ve bu konuşmada hilafetin dini bir kurum olmadığını, bir yönetim işi olduğunu savunmuştur. Hilafetin kaldırılması karşısındaki muhalefeti büyük ölçüde kıran bu tarihi konuşmasında Seyyid Bey özetle şunları söylemiştir:

    “Hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir, zamanın gerektirdiklerine tabidir. Onun içindir ki Hz. Peygamber efendimiz vefat ettikleri zaman ashab-ı kiram hazretlerine hilafet meselesini açıklamamışlardı. Asıl dini kanun olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat edilirse görülür ki İslam hilafeti hakkında hiçbir ayet-i kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor: Birisi bugün medeniyet aleminde yürürlükte olan meşveret (şura) kaidesidir ki bunu Kur’an 1300 sene önce ortaya koymuştur. O da “Onların işleri kendi aralarındaki şura iledir” (eş-Şura 42/38) düsturudur. Gerçi bu ayet-i celile Medine halkı hakkında nazil olmuştur. Medineliler kendi ortak işlerini, memleketlerine ait olan işleri kendi aralarında meşveretle görüşür ve hallederlermiş. Hz. Kur’an onların bu halini güzel buluyor ve methediyor. Demek ki memleket idaresi hususunda meşveret usulü Allah’ın takdirine mazhar olan güzel bir usuldür. Kur’an’da zikredilen ikinci düstur da ülü’l-emre (devlet başkanı) itaattir. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz” (en-Nisa 4/59) buyurulmaktadır. Her ne kadar emanetleri yani memuriyetleri, hükümetle ilgili vazifeleri ehline vermek, hak ve adalete riayet etmek gibi hususlarda ayetler varsa da bunlar doğrudan doğruya idare tarzı ile ilgili değildir, bu konu ile ikinci dereceden ilgilidirler.

    Önceden de söylediğim gibi hilafet meselesi dini olmaktan çok dünya ile ilgili ve siyasi bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun için, tırnak kesmek gibi basit ayrıntılara bile değinen dini naslarda bu mesele hakkında tafsilat yoktur. Halife nasıl tayin edilir, hilafetin şartları nelerdir, her halükarda ve her zamanda halife tayin etmek millet üzerine vacip midir? gibi meseleler hakkında ne Kur’an-ı Kerim’de ne de hadislerde bir açıklık yoktur. Bunun sebebi şudur: Hilafet meselesi öyle zannedildiği gibi esas dini meselelerden değildir, siyasi bir meseledir. Zamana, örf ve adete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tabidir. Onun için Hz. Peygamber efendimiz, hilafet meseleleri hakkında susmayı tercih etmiştir. Bununla beraber hilafet hakkında hiç de hadis-i şerif yok değildir, vardır. Fakat bu konudaki hadisleri; “İmamlar Kureyş’ten olur”, “Aynı zamanda iki halifeye biat edildiği zaman, diğerini, yani ikincisini, -kim olursa olsun öldürün” gibi iki üç hadisten ibarettir. Bunlar ise halifenin nasb ve tayin şeklini, hilafetin şartları ile ilgili meseleleri çözmeye yeterli değildir.

    Her ne kadar Şiiler Hz. Ali hakkında, bazı Sünniler Ebu Bekir hakkında şer‘i nas bulunduğunu iddia ediyorlarsa da bu iddialar doğru değildir. Zaten böyle bir nas olsaydı ashab-ı kiram kimin halife tayin edileceği konusunda kendi aralarında ihtilaf etmezdi. Öte yandan Hz. Peygamber’in vefatından sonra sırasıyla halife olan Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin seçilme biçimleri birbirinden farklıdır. Hz. Peygamber’den sonraki ilk dört halife “Hulefa-yi Raşidin” diye nitelendirilmiştir ki bunların hilafet müddetlerinin toplamı otuz seneden ibarettir. Hz. Peygamber’in bu konuda bir hadisleri vardır ki, burada bilinmesi lazımdır ve dikkat çekicidir: “Benden sonra hilafet otuz senedir; ondan sonra ısırıcı saltanata dönüşür”.

    Görülüyor ki sahabiler de hilafet meselesini açık bir şekilde izah etmemişlerdir. Demek oluyor ki ne Kur’an-ı Kerim’de ne hadislerde ne de sahabilerin sözlerinde hilafet meselesi hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak açık ve kesin şekilde izah edecek bir şey yoktur.

    Mezheplerin hilafet meselesi konusundaki telakkilerine gelince, burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhepte bir tarafa ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri ittifak halinde hilafetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak kişinin müctehid derecesinde alim olmasını, tam bir adaletle muttasıf bulunmasını ve herhalde Kureyş kabilesinden olmasını şart koşarlar. Hatta İmam Şafii, halife adaleti tam manasıyla tatbik etme yolundan saptığı zaman kendiliğinden vazifeden düşer (azledilmiş olur), ayrıca düşürülmesi ve azledilmesini beklemez demektedir. Şafii mezhebinin genel görüşü de böyledir. Yalnız Hanefiler hilafetin şartları hakkında biraz müsamahakar davranırlar. Mesela onlara göre halifenin müctehid olması şart değildir, alim olması kafidir. Yine onlar halife adaleti tam manasıyla tatbikten saptığı zaman kendiliğinden vazifeden düşmüş olmaz, azledilmesi gerekir diyorlar. Bununla beraber bu dört mezhebin dördü de hilafetin asli şartlarında, mesela halifenin alim ve adaletli bir kişi olmasında ittifak ediyorlar. Alim ve adaletli olmayan bir kişiye halife demiyorlar, melik ve sultan diyorlar.

    Akaid kitapları incelendiğinde görülür ki Ehl-i sünnet alimleri hilafeti iki kısma ayırırlar. Birine gerçek hilafet (hilafet-i hakikiyye), diğerine görünürde hilafet (hilafet-i suriyye) diyorlar. Hilafet-i suriyyeye, hükmi hilafet de (hilafet-i hükmiyye) denir. Şimdi bu iki tür hilafeti ayrı ayrı açıklamaya çalışalım.

    Hilafet-i hakikiyye (gerçek hilafet), hilafet için gerekli şartları taşıyan ve milletin seçimi ve biatıyla gerçekleşen hilafettir. İşte hakiki ve dini manada hilafet buna denir. Biraz önce söylediğim “Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra ısırıcı saltanata dönüşür” mealindeki hadiste zikredilen hilafetten maksat da bu hilafet-i hakikiyyedir. Hanefi alimlerinin büyüklerinden olan Sadrüşşeria, bu hakiki hilafete hilafet-i nübüvvet demektedir. Büyük Hanbeli müctehidlerinden İbn Teymiyye de aynı şekilde bu hakiki hilafete, hilafet-i nübüvvet demektedir. Nitekim bahsettiğimiz hadis başka bir rivayette “Hilafet-i nübüvvet otuz senedir.” şeklinde rivayet edilmiştir.

    Gerçek hilafetin şartlarına gelecek olursak, bunlar on tanedir: Müslüman olmak, hür olmak, aklı başında ve buluğ çağına ermiş olmak, erkek olmak, bedenen ve zihnen sıhhatli olmak, memleketin işlerini, milletin maslahatlarını yürütme ve korumada tedbir ve güzel bir siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve idare gücüne sahip olmak, tam manasıyla adaletli olmak, Kureyş kabilesinden olmak. İşte hilafetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilafet geçerli olmaz. Bu şartlardan başka bir de ilim şartı vardır. Yani halifenin alim olması şarttır. Fakat bu ilim şartında İslam alimleri iki kısma ayrılırlar. Ehl-i sünnet alimlerinin ekseriyetine göre halife olacak kişinin sıradan bir alim olması yeterli değildir. Dini konularda esas ve teferruat meselelerinde ictihad edebilecek derecede alim olması şarttır. Fakat Hanefiler bu konuda müsamahakar davranmışlar ve müctehid olmayı şart görmemişlerdir.

    Halife tayin etmekten gaye zalimin zulmünü ortadan kaldırmaktır, yoksa insanlar üzerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun içindir ki bütün İslam alimlerine göre zalim ve yolsuzluk yapan bir kişiyi halife seçmek caiz değildir. Ayrıca zulmetmeye başlayan bir halife de bütün alimlerin ittifakıyla, vazifeden alınmaya müstehak olur. Hatta başta İmam Şafii olmak üzere ilk dönem Şafii alimlerine göre halife millet tarafından azledilmemiş olsa bile kendiliğinden azledilmiş ve vazifeden ayrılmış kabul edilir. Hanefiler ise müslümanların birbirine düşmesi ve birbirlerini öldürmesi, ihtilal gibi durumlar söz konusu değilse halifenin vazifeden alınması gerekir demişlerdir. Bazı alimler, Hanefi fakihlerine göre adalet hilafetin sıhhat şartlarından değildir. Öyleyse fasık ve günahkar bir kişinin hilafeti mekruh olmakla beraber sahihtir demişlerse de bu doğru değildir, yanlıştır. Hanefi fakihleri de adaleti hilafetin sıhhat şartlarından sayarlar. Onlara göre adalet, meliklik ve saltanatın sıhhat şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim hilafetin ikinci çeşidinin şartı değildir. Çünkü hilafetin ikinci çeşidi hükümdarlıktan ve saltanattan ibarettir. Bu ise seçim ve biat üzerine kurulmuş bir hilafet değildir; kuvvet, kahır, galebe üzerine kurulmuştur. Bu noktada hilafetle saltanatı birbirine karıştırmamak gerekir. Hakiki hilafet başka, şeklen (görünürde) hilafet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.

    İkinci çeşit hilafete gelince; buna sureten ve şeklen hilafet demiştik. Bu çeşit hilafet, sureten ve zahiren hilafet şeklinde ise de gerçekte hilafet değildir. Belki meliklik ve saltanattan, galebe ve sultadan ibarettir, padişahlıktır. Bu ya hilafet şartlarını kendinde bulundurmamak veyahut kahır ve istila, zorlama ve galebe yoluyla elde edilir. Bütün Ehl-i sünnet alimlerinin ittifak halinde açıkladıkları bir hakikattir ki Emevi ve Abbasi halifelerinin halifelikleri bu ikinci çeşittendir. Çünkü bunların hilafetleri milletin arzu ve seçimiyle meydana gelmemiş, kahır ve istila, zorlama ve galebe yoluyla elde edilmiştir. Gerek Emevi halifeleri ve gerekse Abbasi halifeleri hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denmesi insanlar arasında böyle bir örfün olmasındandır. Nitekim Zemahşeri gibi birçokları, Abbasi ve Emevi halifeleri hakkında gasıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife ismini takmışlardır gibi ifadeler kullanmışlardır. Hatta İbnü’lHümam’ın belirttiğine göre, Hanefi mezhebinin ileri gelenlerinden bir kısmı Muaviye’ye bile halife demeyip, melik ve sultan demişlerdir. Osmanlı padişahları da hiçbir zaman Arap dünyasında halife olarak tanınmamışlar, hatta Osmanlı alimleri bile padişahlarına halife dememişlerdir. O halde bu güçlükleri ve vuzuhsuzlukları kaldırmak için ne yapmalıdır. Bu hususta söylenecek söz şudur: Halifeliğin şartlarını taşıyan bir kişi bulunmadığı müddetçe halifenin tayin edilmesi ve seçilmesi önermesi de ortadan kalkar, vacip olmaz. Burada gayet kuvvetli bir itiraz ortaya çıkar ve denilebilir ki, müslümanlar üzerine bir imam (halife) tayin etmek ve seçmek vaciptir. Bu konuda icma vardır. Buna ne cevap vereceksiniz? Bunun cevabını Allame Adudüddin vermiştir: İmametin şartlarını kendinde toplayan bir kişi bulunmadığı müddetçe müslümanlar üzerine bir imam tayin etmek vacip olmaz.

    Fakat bundan “Hükümet kurmaya lüzum yoktur” manası çıkmaz. Halifelik şartlarını taşıyan bir imam tayin etmek imkansız olduğu zaman yine hükümet kurmak vacip olur. Fakat artık ona hilafet, hükümet başkanına da halife manasına imam denmez ve bundan dolayı İslam milleti günahkar olmaz. Nitekim büyük Hanefi alimlerden Sadrüşşeria halifelik şartlarını saydıktan sonra, şartlarını taşıyan halifeliğin -hadis-i şerifte açıklandığı gibiotuz senede tamamlandığını, ondan sonra dünyevi başkanlık ve galebe başkanlığından ibaret olan meliklik ve saltanatın kurulduğunu açıklıyor. Sonra da “Şu zikredilen hilafet şartlarından zaruretlerin ortadan kaldırdığı şartlar düşmüştür. Bunun gibi zamanımızda, Kureyş’ten olma şartı da düşmüştür” diyor. Bu sözü söyledikten sonra “Hepsi de Allah’ın rahmetinden koğulmuş olarak nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar ve mutlaka öldürülürler” (el-Ahzab 33/61) ayetini iktibas ediyor. Bu suretle hilafet şartlarını taşımayan melik ve sultanlara şiddetle hücum ediyor.

    İşte bu izahlarımızdan gerçek hilafetle şekli hilafetin neden ibaret olduğu tamamıyla anlaşılmıştır, sanırım. Gerçek hilafet asıl hilafettir ki, raşid halifelere mahsus idi, geldi geçti. Şekli hilafet ise raşid halifelerden sonra gelen halifelerin hilafetidir ki kahreden sultanlıktan başka bir şey değildir ve dinen gayet kötülenmiştir.

    Gerçek hilafet raşid halifelerinki gibi olur. Halife diye de böyle zatlara denir. Günümüzde böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın manası kalır mı? Sözlerimin başında da söylemiştim: Şerefli şeriat nazarında hilafetten maksat hükümettir, bir adaletli hükümet kurmaktır. Kur’an-ı Kerim de hükümet işinde idare tarzı olmak üzere bize meşvereti (şura) tavsiye ediyor, “Onların işleri kendi aralarındaki şuraya dayanır” diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar kurmaya çalıştığımız idare usulü ve tarzı meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine kurmak istiyoruz. Bu idare usulü, ilahi güzelliğe ve beğenmeye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyula gibi bir halife bulundurmanın ne manası vardır?

    İslam’da öyle Hıristiyanlık’ta olduğu gibi ruhaniyet, yani ruhani hükümet yoktur. Aynı şekilde İslam’da ne dini teşkilat, ne de idari teşkilat yoktur. İslam şeriatı dini teşkilat kurmadığı gibi, idari teşkilatı da İslam ümmetine bırakmıştır. İslamiyet mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki o da haktır. Mukaddes olan yalnız haklardır.

    Hilafet bir çeşit vekalettir. Milletle halife arasında akdedilmiş olan vekaletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil, halife onun vekilidir. Halife seçmek ve ona biat etmek demek vekalet akdini icap etmek demektir. Hilafet şer‘i mahiyeti itibariyle hükümet demektir. Bilirsiniz ki Hz. Peygamber bir taraftan şer‘i hükümleri ortaya koyar, diğer taraftan da bizzat o hükümleri icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar tayin ederdi ve harplerde bizzat başkumandanlık vazifesini yerine getirirdi. Hatta pek iyi bilirsiniz ki Uhud Harbi’nde yanağından yaralanmıştı. Bu durumlar ise hükümetin icrası demektir. Fakat gerek Asr-ı saadet’te ve gerek sonraları hükümet tabiri ıstılah olarak kullanılmamıştır. Hükümet kelimesi lugatta hakim olmak, emretmek ve yasaklamak, tahakküm etmek demektir. Şeriat açısından pek makbul bir şey değildir. Onun için o vakitler hükümet tabiri kullanılmamış, onun yerine hilafet tabiri kullanılmıştır.

    Büyük Hanefi alimlerinden İbnü’l-Hümam imameti, yani hilafeti, müslümanlar üzerinde kamu tasarrufuna (tasarruf-ı amme) hak kazanmaktır diye tarif etmiştir. İşte hilafetin fıkıh açısından tarifi budur. Akaid ilmi kitaplarında hilafet, daha doğrusu imamet başka şekilde tarif edilir. Bu tariflerden biri din ve dünya işlerinde Hz. Peygamber’den halef olarak müslümanlar üzerinde reisliktir şeklindedir. İbn Hümam büyük fakih olduğundan imameti fıkıh ve hukuk açısından tarif etmek istememiş, onun için imamet, müslümanlar üzerine kamu tasarrufuna hak kazanmaktır demiştir. İmametin en güzel ve en doğru tarifi budur. Kamu tasarrufuna hak kazanmaktır diyor. Kamu tasarrufu demek, bütün müslümanlara şamil olmak üzere onların umumi ve ortak işlerinde tasarrufta bulunmak demektir. Buna fıkıh dilinde yani İslam hukuku ıstılahında kamu velayeti (velayet-i amme) denir.

    İbn Hümam’ın yukarıdaki tarifinden anlaşılmıştır ki, halife olmak demek kamu tasarrufuna hak kazanmak demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkı başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa dayanarak İslam fakihleri yani İslam hukukçuları, hilafet, milletle halife arasında akdedilmiş bir vekalettir derler ve bu konuda tamamen vekalet kaidesinin hükümlerini tatbik ederler.

    Hilafet vekalet türünden olduğundan, halife seçim ve biat sırasında müvekkil olan millet tarafından ileri sürülen kayıt ve şarta uymaya mecburdur. Millet kendi kamu velayetini yani kamu işlerinde kamu tasarrufu salahiyetini halifeye mutlak surette bahşetmiş ise halifenin bu çeşit mutlak halifeliği, mutlak hükümet demek olur; raşid halifelerin hilafeti gibi. Yok eğer millet biat sırasında halifenin hilafetini yani kamu velayetini bazı kayıt ve şartlara tabi tutmuşsa o zaman bu tür hilafet de meşru hükümet demek olur, Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi kamu işlerinde tasarruf hakkı bahşetmemesi de esas itibariyle caiz olmak lazım gelir. Millet, kendi işimi kendim göreceğim, artık ben rüşde ulaştım, kendi ortak işlerimde kendim tasarruf etmek için gereken ehliyet ve belgeye de sahibim, dolayısıyla kamu tasarrufu hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir engel yoktur. Yeter ki millet gerçekten rüşde ulaşmış olsun. Ve bu konuda olması gereken siyasi ve içtimai terbiyeye sahip bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de “Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür” dendiği için buna şer‘i müsaade bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok devlet de kendilerini bu şekilde idare ediyor. Maksat memleket ve milleti adaletli bir şekilde güzelce idare etmektir. Yoksa hükümetin şekli değildir.

    Kamu velayetinin manası budur. Memleketin her tarafını, bütün fertleri ve cümle kamu işlerini içine alır. O halde halifenin, imamın, hükümetin veya sultanın emirleri, tasarrufları nasıl geçerli oluyor? İşte seçim ve biat onun için şarttır. Halifeyi seçmek, imam denilen kişiyi seçmek, hatta mebusları seçmek onun için şarttır. İslam hukukçuları, “Halife milletin vekilidir” derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır.

    Millet dilerse halifeyi mutlak şekilde seçer, onun hiçbir tasarrufunu kayıt altına almaz (hükumet-i mutlaka), dilerse halifenin tasarruflarını bazı kayıt ve şartlara tabi tutar (hükumet-i mukayyede). İşte meşruti hükümet denilen hükümet bu tür bir hükümettir. Millet hiçbir kişiye vekalet vermez. Yani bir halife, bir imam seçmezse hilafet yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna ne mani vardır? Millet, “Kendi işimi ben yapacağım, neden bana başkası zorla yaptırsın” derse niçin caiz olmasın. Millet diyor ki hayır kendi işimi ben kendim göreceğim, ne zaman aciz olursam o zaman halife veya imam adıyla başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben aciz değilim, rüşdümü elime geçirdim, vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en faydalı hükümet şekli demek olan Cumhuriyet ve meşveret usulü ile kendi işimi kendim göreceğim. O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Çünkü hak milletindir” (bu konuşmanın sadeleştirilmiş tam metni için bk. İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, I, 179-220).

    Seyyid Bey’in bu konuşmasından sonra hilafet pek ciddi itirazlarla karşılaşmadan kaldırılır. Seyyid Bey’in bu konudaki temel görüşleri bir yıl sonra benzer bir şekilde Ali Abdürrazık tarafından el-İslam ve usulü’l-hükm adıyla Mısır’da yayımlanmıştır. Bu kitap yayımlandıktan kısa bir süre sonra Batı dillerine ve Ömer Rıza Doğrul tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir (1927). Burada ilginç bir nokta, Ali Abdürrazık’ın ileri sürdüğü görüşler büyük bir yankı uyandırdığı, dönemindeki Ezher uleması başta olmak üzere İslam alimlerinin çoğunluğu tarafından tenkit edildiği, bu amaçla kitaplar telif edildiği halde, Seyyid Bey’in bazı hususlarda daha radikal olan görüşleri o derece bir yankı uyandırmamış ve tepkiyle karşılaşmamıştır (Ali Abdürrazık’ın eseri ve görüşleriyle ilgili bir değerlendirme için bk. Mehmet Görmez, “İslam Dünyasında Laiklik Tartışmasını Başlatan Bir Kitap ve Bu Kitabın Serencamı”, İslami Araştırmalar, VIII/3-4 [1995], s. 223-231; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, I, 82-87).

    Türkiye’de hilafetin kaldırılıp yerine millet meclisinin ikame edilmesine ilişkin olarak Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Ehl-i sünnet’e göre bir halife tayin etmek gerekir. Fakat halifenin bir şahıs olması zorunlu mudur? Türk milletinin ictihadına göre imamet, bir heyet, yani millet tarafından seçilmiş bir meclis tarafından deruhte olunabilir. Gerek Mısır, gerek Hindistan alimleri henüz bu mesele üzerindeki görüşlerini açıklamamış bulunuyorlar. Benim kanaatime göre Türk milletinin görüşü isabetlidir ve bu nokta üzerinde herhangi bir münakaşaya gerek yoktur. Cumhuriyet rejimi İslam’ın ruhuna tamamen uygun olduktan başka İslam aleminde hürriyete kavuşan yeni kuvvetlere göre Cumhuriyet rejimi üstelik bir zarurettir. Türk nokta-i nazarını iyice anlamak için İbn Haldun’un ne dediğine bir bakalım. İbn Haldun Mukaddime’de hilafet konusunda üç farklı bakış açısı bulunduğunu belirtir: 1. Hilafet ilahi bir müessesedir ve onun için zorunludur. 2. Hilafet ihtiyaca bağlıdır. 3. Hilafet lüzumsuzdur. Hariciler bu üçüncü noktayı savunmuşlardır. Bu üç bakış açısından üçü de İslami’dir ve Türkler bunlardan işlerine geleni kabul etmekte serbesttirler. Siyasi düşüncelerinde mazinin tecrübelerinden yararlanan Türkler İslam devletinin birliği zamanında hilafetin faydalı olduğunu anlamakla beraber artık onun işe yaramaz hale geldiğini görmüşlerdir. Çünkü bugün İslam devletleri çoğalmış ve hepsi de bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Onun için hilafet modern İslam alemini teşkilatlandırmak bakımından canlı bir amil olmaktan çıkmış ve müstakil İslam devletleri arasında bir birlik kurulmasına engel olmuştur. Onun için kuru bir unvan uğruna bir sürü ayrılıklara sebep olmak manasız ve lüzumsuzdur” (Selamet, 27 Şubat 1948, sayı 41).

    Ali Abdürrazık, Seyyid Bey, Muhammed İkbal gibi düşünür ve aydınların hilafet konusundaki bu değerlendirmelerini dönemlerindeki şartlardan özellikle de uluslararası siyasi süreçten bağımsız olarak ele almak doğru olmaz. Öte yandan bu görüşleri İslam ülkelerinin son yüzyıldaki bağımsızlık mücadelelerine ve yeni ulus-devletlerin oluşumuna destek verdiği için tasvip edenlerin yanı sıra, XX. yüzyıldaki yeni uluslararası oluşumda İslam dünyasını zaafa uğrattığı, gelenekten kopardığı ve millet-devlet bağını zayıflattığı gerekçesiyle eleştirenler de olmuştur. Konu bir yönüyle tarihsel tecrübe niteliğinde olmakla birlikte anılan farklı yorumlar ve bakış açıları günümüzde de değişik biçimlerde varlığını devam ettirmekte olduğundan güncel bir değer de taşımaktadır.