Siyasal Hayat



    I. HIRİSTİYAN BATI’DA DİN ve SİYASET

    A) Tarihsel Tecrübe

    Avrupa’da devlet ile din, daha doğrusu devlet ile kilise arasında yüzyıllar boyu süren gerilimli bir ilişki söz konusu olmuştur. İsa’nın, “Sezar’ınkileri Sezar’a; Tanrı’nınkileri de Tanrı’ya verin” meşhur sözü ve hükümranlığın bu dünyada olmadığı şeklindeki ifadesi, Hıristiyanlığın, başlangıçta insanların sadece manevi yönlerine seslenmek ve o yönden etki etmek, onları doğru yola sevketmek iddiasında olduğu ve onun siyasi ve hukuki bir talebinin bulunmadığı anlamında yorumlanmıştır.

    Başlangıçta Hıristiyanlık ile Roma arasında bir iktidar sorunu çıkmamıştır. Hz. İsa’nın havarilerinden St. Pavlus hıristiyanlara, “Herkes, üzerinde egemen olan hükümete tabi olsun; hükümete karşı gelen Allah’ın düzenlemesine karşı gelmiş olur. Hükümdarlar iyi iş yapanları değil, kötü iş yapanları korkutucudur. Hükümetten korkmamak istersen, iyi olanı yap! Fakat kötü olanı yaparsan kork; çünkü kılıcı boş yere taşımıyor” şeklinde öğütler vererek uzlaşmacı ve siyasal iktidarın alanıyla ilgili talep içermeyen bir tavır sergilemişti. Yine Pavlus’a göre, hıristiyan için kötü yönetici işlenen günahların cezasıydı ve itaat edilmesi gerekliydi. Fakat hıristiyan için devlet (imparator) manevi alanda otorite değildi.

    Hiçbir dünyevi-siyasal talepte bulunmayan Hıristiyanlığın ilk yayılış yıllarında, genel olarak başlangıçtan IV. yüzyıla kadar, hıristiyanlar büyük sıkıntı çekmiş ve eziyet görmüşlerdir. Hıristiyanlara yönelik baskı ve işkenceler, özellikle din konularında oldukça tutucu olan Diocletianus’un 303 tarihli İznik fermanıyla büyük bir ivme kazanmıştır. Hıristiyanların toplantılarını yasaklayan, kilise ve kutsal kitapların ortadan kaldırılmasını öngören ve hıristiyanların vatandaşlık haklarını ellerinden alan hükümler içeren bu ferman “büyük kıyım” döneminin başlangıcı kabul edilmiştir. Bu kıyım döneminden sonra hıristiyanlar, 313 yılında İmparator Constantinus ve Licinius’un birlikte kararlaştırıp ilan ettikleri “Milano Fermanı” (kilise barışı) ile birlikte büyük bir rahatlığa kavuştular. Constantinus 325’te İznik’te ilk konsilin toplanmasına da ön ayak olup desteklemiş ve 330 yılında İstanbul’u Doğu Roma’nın başşehri yapmıştır. Bu tarihlerden itibaren Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda hızla yayılmaya başlamış ve -özellikle Doğu’da“devlet dini” olma sürecine girmiştir (Sezaro-papizm). Batı’daki hıristiyanların durumu ise, siyasi ve askeri karışıklıklar sebebiyle Doğu’daki kadar iyi olmamıştır.

    IV ve V. yüzyıllardaki yabancı istilaları sebebiyle Roma’nın gücü gitgide zayıflıyordu. Hatta bizzat Roma, istilacı toplulukların liderlerine askeri kumandan unvanı ve topluluğa da federe niteliği vererek bir anlamda onların varlıklarını meşrulaştırıyor ve imparatorluk sınırları içinde yerleşmelerini kabul ediyordu. Bu yaklaşım, istilacı topluluklarla Roma dünyasının önce bir arada yaşamalarının ve sonra kaynaşmalarının başlangıcını teşkil etmiştir. İstilacı toplulukların hıristiyanlaşması da bu birlikte yaşama ve kaynaşma sürecinin sonucunda gerçekleşmiştir.

    Dinleri sebebiyle çeşitli eziyetlere maruz kalan hıristiyanlar V. asrın ortalarından itibaren Roma’yı daha da fazla sarsan ve zayıflatan Norman ve Macar istilaları karşısında tepki vermemişler ve dünyanın günahkar devleti olarak gördükleri Batı Roma 476 yılında çökünce hıristiyanlar dinlerini daha rahat yaşayıp yayabilecekleri bir ortama kavuşmayı ummuşlardır.

    Batı Roma’nın yıkılmasından sonra, Ortaçağ boyunca sürecek olan feodalitenin çekirdeğini oluşturan birtakım küçük krallıklar/siyasi birlikler teşekkül etmeye başladı. Bu krallıkların meşruiyet sorunu, kilisenin manevi otoritesinin tanınması yoluyla çözümlendi. Bundan böyle krallar siyasi alanda hükümran olmakla birlikte, kilisenin manevi otoritesini de tanımak zorunda olacaklardı. Böylece siyasal otoritenin yanı sıra kilise de ruhanimanevi bir otorite haline gelerek iki ayrı otoritenin varlığı kabul edilmiş, hatta ikincinin birinciye üstünlüğü belirginleşmiş oluyordu.

    Bu siyasal birliklerin çeşitli nedenlerle zayıflamasıyla Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve yaklaşık olarak IX. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar süren Ortaçağ’ın tipik toplumsal ve siyasal düzeni olan feodal düzen içinde kuvvetli derebeyler karşısında acze düşen kralların papalardan yardım istemesi kilise otoritesinin güçlenmesine yol açtı. Otoritesinin güçlenmiş olması kiliseyi kendine yeni bir resmi doktrin kurmaya yöneltti. Bu doktrinin temelini, ruhun bedene üstünlüğü gibi, “ruhani iktidarın dünyevi iktidara üstünlüğü” düşüncesi oluşturmaktaydı.

    Ruhani iktidarı temsil eden kilise, İsa ile bedenlenmiş kutsal bir kurum idi. Bu kutsal ve dokunulmaz kurumun başı olan papa da doğal olarak masumdu ve açıkladığı şeyler, bütün inananlarını bağlayıcıydı ve insani her güç papalığın emirlerine uymak zorundaydı. Bu doktrin, kabaca söylenecek olursa, İsa’nın tanrılaştırılmasından sonra, kilisenin İsa’laştırılması, dolayısıyla Tanrılık güç ve yetkilerine sahip kılınması esasına dayanmaktadır. Böylece Tanrı’nın İsa’ya yüklediği misyon, kiliseye, dolayısıyla din adamlarına yani ruhban sınıfına yüklenmiştir. Bu misyon Katolik teokrasinin ayırıcı vasfını teşkil etmektedir ve bu misyon sayesinde dünyevi iktidarı denetleme hakkı seçkin din adamları sınıfına ait olmaktadır.

    Bu doktrin temellendirilirken St. Paul’un, “iktidarın kaynağının ilahi olduğu” şeklindeki ifadesiyle St. Augustinus’un “Civitas Dei” (Tanrı Devleti, ilahi devlet) anlayışından istifade edilmiştir. Vizigotlar’ın Roma’yı ele geçirip yağmalamaları (410) üzerine, imparatorluğun uğradığı felaketleri, Hıristiyanlığın yükselmesine kızan tanrıların intikamına bağlayan paganların suçlamalarına cevaben parça parça yayınladığı Tanrı Devleti adlı eserinde St. Augustinus, ilk günahın ürünü olan ve bu yüzden şeytani bir kurum sayılması gereken geçici “dünya devleti”nin karşısına “ilahi devlet”i koydu. Sonraki yüzyıllarda tanrısal devletin kapsamı genişletilerek bu devlet kilise ile özdeşleştirilecektir. İmparatorun otoritesi yanında, kilisenin/kilisenin başı olan papanın da bir otoritesi bulunduğu düşüncesi ortaya çıkmış ve Papa I. Gelase’in, V. asırda dini işlerde piskoposun, dünyevi işlerde imparatorun üstünlüğünü ilan etmesiyle, iki otoritenin varlığı bir anlamda tescil edilmiş ve bunların etki ve yetki alanları birbirlerinden ayrılmış oluyordu.

    Thomas Aquinas’ın Summa Theologica adlı eserinde kilisenin geleneksel tezi etraflıca ele alınmıştır. St. Thomas Tanrı kanunlarının üniversel ve ebedi prensipler olarak siyasal iktidar sahiplerinin uygulayacakları temel değişmez prensipler olduğunu ileri sürüyor ve siyasal iktidarın görevinin adaleti ve ortak yararı gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu.

    XIII. asrın sonlarından itibaren kilise otoritesi tartışılmaya ve sarsılmaya başladı. Kilisenin sadece manevi/ruhani otorite ile yetinmeyerek dünyevi iktidara/otoriteye de sahip olma iddiaları zamanla papalarla imparatorların arasını açmıştır. Papa ile imparatorlar arasındaki bu mücadelenin ilk safhasında kilise üstünlük sağlamış, hatta IV. Henri papanın ayaklarına kapanıp af dilemek zorunda kalmıştır.

    Ancak kilise ile siyasal iktidar arasındaki gizli çatışma ve otorite yarışı burada noktalanmadı, aksine daha da derinleşti. Fransa’da ve İngiltere’de saldırgan bir ulusal kralcılık eğilimiyle, keyfi bir Katolik teokrasisini karşı karşıya getiren bu çatışma, kilisenin otoritesinin niceliğini sorgulamayı da hızlandırmış oldu. Bu süreçte, devletin kilisenin etki ve otorite alanından çıkması gerektiğini, kilisenin devlete bağlanmasını ve yarı laik bir sistemi (cesaro-papismus) savunan aydınlar seslerini yükselttiler, bu tezi işleyen çeşitli eserler kaleme alındı. Papa XIII. Leon da dünyevi ve ruhani kuvvetlerin ayrılığını ve bunların birbirlerine karşı bağımsız olduklarını kabul etti.

    Hıristiyan Batı siyaset teorisi ve geleneği ile müslüman Doğu siyaset teorisi arasında derin farklılıklar bulunmakla birlikte bazı noktalarda iki gelenek arasında bazı benzerliklerin bulunduğu da söylenebilir. Mesela Petrus’a ait olduğu söylenen (Matta, 16/19) çözme ve bağlama hakkı, müslüman siyaset teorisindeki ehlü’l-hal ve’l-akd anlayışını; yine hıristiyanların kilisenin ve onun başı olan papanın konumuna ilişkin anlayışları, fonksiyon açısından Şii doktrindeki masum imam anlayışını ve Sünni doktrindeki icma teorisini çağrıştırmaktadır. Kilise, İsa ile bedenlenmiş kutsal bir kurumdur. Bu kutsal ve dokunulmaz kurumun başı olan papa da doğal olarak masumdur ve açıkladığı şey, bütün müminleri bağlayıcıdır. Bu anlayışta Tanrı’nın İsa’ya yüklediği misyon, din adamlarına yüklenmiş olmaktadır.