Siyasal Hayat



    2. Tarihsel Tecrübeye İlişkin Değerlendirme

    Hz. Peygamber’in ölmeden önce ümmetin işlerini yürütecek kişiyi tayin edip etmediği konusu ümmet arasındaki en temel tartışmalardan birisini teşkil etmektedir. Sonradan ortaya çıkacak siyaset teorileri de büyük ölçüde bu tartışmada takınılan tutuma göre şekillenecektir.

    Yöneticinin kim olacağı konusunda ümmet arasında tartışmanın olması, alimlerin büyük çoğunluğu tarafından Hz. Peygamber’in kendi yerine geçecek kişiyi belirlemediği şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü Resulullah kendisinden sonra yönetici olacak kişiyi belirlemiş olsaydı ümmet arasında tartışma çıkmazdı. Sünni teori, Resul-i Ekrem’in Ebu Bekir’i ima ve işaret ettiğini kabul etmekle birlikte bu yönde doğrudan bir belirleme ve tayin olmadığını savunmaktadır. Sünni gruba dahil edilen İbn Hazm ise Hz. Ebu Bekir’in ismen tayin edildiğini savunurken, Şia Hz. Ali’nin tayin edildiğini ve sahabenin onun hakkını gasbettiğini ileri sürmüştür.

    Bu hususta Hz. Peygamber’in bir tavsiyesi yöneticinin Kureyş’ten olması yönündedir. “İmamlar Kureyş’tendir” şeklinde nakledilen sözün, Hz. Peygamber’e mi yoksa Hz. Ebu Bekir’e mi ait olduğu, yahut Beni Sakýfe toplantısında bu sözün gündeme getirilip getirilmediği yönündeki tartışmalar bir tarafa, klasik siyaset teorisinde bir esas olarak kabul edilen bu hadis çeşitli şekillerde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Bu yorumlar içinde sosyopolitik gerçekliğe uygun düşen ve tarihsel tecrübeyi açıklayabilen yorumların başında, Hz. Peygamber’in bu tavsiyesinin Kureyş’in soy olarak üstünlüğü ve bu işin onlara tahsis edilmesi anlamına gelmediği, tam tersine, böyle bir tercihin o dönemde müslümanların birliğini devam ettirmeyi sağlayacak uygun bir yol oluşudur. Çünkü Arap kabileleri Kureyş’e karşı aşırı bir saygı hissi beslemekteydiler. İbn Haldun bunu “asabiyet” olarak adlandırmaktadır.

    Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir süre sonra yöneticinin kimliği ve nasıl seçileceği konusunda iki temel paradigmatik otorite kalıbı şekillenmiştir. Bunlardan birincisi hilafet teorisidir. Bu anlayışa göre hilafet (imamet), dinin bekçiliği ve dünyanın siyaset edilmesi hususunda peygamberlik misyonunun yerini tutmak üzere vazedilmiştir ve bu bakımdan ümmet içinde bu işi yerine getirecek durumda olan kimseye bu görevin verilmesi zorunludur.

    Ehl-i sünnet tarafından oluşturulan ve geliştirilen bu teoride hilafet, peygamberlik misyonuyla temellendirildiği ve bir anlamda onun devamı kabul edildiği için, konu bir yönüyle dini bir içerik kazanmıştır. Bu yaklaşım Resulullah’ın siyasal otoritesi hakkında doğrudan bir değerlendirme içermiyor olsa da, dolaylı olarak onun siyasal otoritesini de dini bir temelde gördüğü izlenimini vermektedir. Hz. Peygamber’in siyasal otoritesini bu yolla geleneğe dönüştüren Sünni teoride hilafetin Kureyş’e ait olduğu şeklindeki anlayış, sonraki dönemlerde sosyopolitik şartlar sebebiyle ikinci plana alınmış ve ayrıntı kabul edilmiş olsa da, başlangıçta teorinin oldukça önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Sünni teori ileriki dönemlerde, “insanların yararı” anlayışı çerçevesinde oldukça pratik ve pragmatik bir karakter kazanacaktır.

    İkincisi ise Şia’nın oluşturduğu “imamet teorisi”dir. Bu teoriye göre Hz. Peygamber’in hem siyasal hem de teşrii otoritesi “masum imam” anlayışıyla devam ettirilmekte ve imama Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi gözüyle bakılmaktadır. Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olan imam her ilmin kaynağı olduğu gibi dini hükümlerin de en yetkili açıklayıcısıdır. Bu anlayışıyla Şia Resulullah’ın siyasal otoritesini dünyevi-insani düzlemden ilahi düzleme çekmekte ve ona süreklilik kazandırmaktadır.

    Bu iki temel eğilimin yanında belli belirsiz var olan üçüncü bir eğilim ise Hariciler’in temsil ettiği, siyasal otoriteyi lüzumsuz sayan veya siyasal otoriteyi bir kabile veya muayyen bir kişi ve onun soyuna ait görmeyip ümmetin geneline yayan anlayıştır.

    Bu anlayışlar, toplumun yöneticisinin esas itibariyle bir vekil olduğu noktasında birleşmekle birlikte, vekaletin kim adına yapıldığında ayrılırlar. Ayrıntılara girmeyi gerektiren bir konu olmakla birlikte genel bir ifadeyle söylenecek olursa söz konusu vekalet, sonuç itibariyle bütün ümmete vekalet yani millet adına iş görme demektir. Sünni literatürde zaman zaman gündeme getirilmiş olan peygambere vekalet anlayışı da pratik olarak ümmete ümmetin direktifleri doğrultusunda vekalet şeklinde anlaşılmalıdır.

    Kendi teorik kurguları içinde tutarlı sayılabilen bu anlayışlardan her biri müslüman gruplarca önerilen ve savunulan anlayışlar ise de bunlardan herhangi birini “kutsal”, “ilahi”, “dini” olarak nitelemek doğru değildir. Abartısız bir üslupta ifade etmek gerekirse bu ve benzeri açıklamaları, müslüman toplumların entelektüel tartışmaları ve bu düzeyde beşeri-zihni ürünleri olarak görmek gerekir. Bunun için de bu tür anlayışların “İslam’ın siyaset teorisi” olarak tanıtılması yanıltıcı olmaktadır. Bu anlayışlar doğrultusunda gerçekleşen yönetim biçim ve anlayışları da, müslüman toplumların mümkün birer siyasal tecrübesi olarak tarihe geçmiştir. Bu ve benzeri tarihsel tecrübelerin sadece kendi şartları içinde ve uygulandıkları tarih diliminde İslam’ın evrensel hükümleri ve genel ahlak ilkeleriyle çelişip çelişmediği sorgulanması daha anlamlı olabilir. Böyle olunca, İslam toplumlarının siyasal ve hukuki tecrübelerinin İslam’ın kendisi olarak algılanması gerekmez. Bu tecrübeler, olsa olsa İslam’ın müntesipleri tarafından o dönemlerde algılanış ve uygulanış biçimini ifade eder.

    İnsanlık, tarihsel ve siyasal tecrübelerine rağmen, bütün zamanlar için geçerli olacak devlet biçimleri ve yönetim şekilleri geliştirememiştir. Her devlet biçimi ve her yönetim tipi, ortaya çıktığı çağın şartlarından etkilenir ve hatta bir anlamda ondan doğar. Bu tarihe bağımlılık, bir siyaset felsefesini de her çağda aktüel olandan yola çıkmaya zorlar. Her tarihsel çağın gerçekleştirmek üzere kendine koyduğu “ideler” vardır. Ortaçağ için bu ide, insanlığı bir dinsel ethos altında evrensel bir devlet idealinde birleştirmekti. Yeniçağ ideleri “özgürlük” ve “eşitlik” olmuştur. Batı’nın son birkaç yüzyıllık siyasal tarihi ancak bu idelerle ilişkili olarak anlaşılabilir.

    Fıkıh kitaplarında IV. (X.) asra kadar devlet başkanlığı, bunların seçimi vs. gibi konuların yer almaması, bir bakıma Muaviye ile başlayan şeriat siyaset ayrışmasının ve hukukun siyasetten bağımsız işlediğinin bir göstergesi kabul edilebilir. Daha gerilere götürme imkanı bulunmakla birlikte hilafetin büyük ölçüde sembolik bir hüviyete bürünmesi IV. (X.) asırdan itibaren resmen ve fiilen gerçekleşmiştir. Bu tarihten itibaren hilafet, ileriki bazı dönemlerde saltanatla birlikte tek elde toplansa bile, ortadan kalkıncaya kadar bu şekilde devam etmiştir. İlginç bir nokta, sanılanın aksine halifelerin, “zıllullahi fi’l-arz, hakim biemrillah” gibi unvanlar almaya başlamalarının, onların dünyevi otoritelerinin arttığı değil, tam aksine azaldığı dönemlere tesadüf etmesidir.

    Hilafetin sembolik bir makama dönüşmesinde, müslüman toplumların içinde bulundukları sosyopolitik şartların zorlamasının mı yoksa özellikle Sünni hukukçuların pragmatik tutumlarının mı daha etkili olduğu tartışmaya açık olmakla birlikte bunların birbirlerini ikmal edici fonksiyon icra ettikleri açıktır. Bu bakımdan müslüman hukukçuların siyaset teorilerinin pratik ve pragmatik olduğu yönündeki değerlendirmeler büyük ölçüde hakikati yansıtmaktadır.

    Halifeliğin sembolik hale dönüşmesinin anlamı üzerinde de durulmalıdır. Hz. Peygamber’in yönetimi de dahil olmak üzere, İslam toplumlarında hiçbir zaman siyasal otorite, tanrısal bir desteği arkasına alarak icraat yapmamış ve kendisini ilahi iradenin tecessüm yeri olarak iddia etmemiştir. O halde belli bir dönemden itibaren hilafetin sembolik bir mahiyet kazanmasını, Tanrı adına siyasal yönetimin geri çekilmesi olarak değerlendirmek mümkün değildir. Söz konusu olan şey, sosyal ve siyasal gerçekliklerin, daha önce oluşturulmuş olan hilafet teorisinin kalıplarına uymaması ve bu durumun bir şekilde telafi edilmesidir.